Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri

   …1924 yılında kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler ve diğer dînî eğitim müesseselerinin kapatılmasına karar verilmişti. Böylelikle dinin klasik medrese usûlüne uygun olarak okutulması yasaklanmıştı. Süleyman Efendi Hazretleri bu vaziyet karşısında büyük bir azim ve gayretle usûlüne uygun olarak aynı tedrîsatı devam ettirmek istemiş ve bu hususta çareler aramaya başlamıştı. Müderrisler cemiyetinin lagv ve fesh edilmesine dair gelen emir üzerine de bir toplantı yapılmıştı. 520 kadar dersiamın bulunduğu o toplantıda söz alarak şunları söyledi:

   “Arkadaşlar, medreseler lağvedildi. Bu vaziyet karsısında milletin dini ne olacak? Buradan dağılmadan aramızda bir karar alalım. Biz 520 dersiamız, her birimiz memleketin bir kösesinden gelmişiz. Bizler ilim adamları olarak, bu milletin dînî ihtiyacını daha 50 yıl karsılarız. Memleketlerimize dönünce ikişer talebe bularak, onlara Allah’ın ilmini okutup, dinini öğretecek olursak, bu talebeler, 50 sene daha bu milletin dinine kafî gelirler. Zaten her yüz senenin başında Allah-ü zû’lcelal’in bir müceddid göndereceği, hadis-i şerîfle haber verilmiştir. Bunu yapmazsak huzûr-i ilahîde yakamızı mesûliyetten kurtaramayız.”

   O, bu sözleriyle kapatılmış olan medreseleri fiilen açık tutmanın çarelerini arıyordu. Süleyman Efendi’nin bu teklifinden sonra bazı dersiamlar söz alıp dediler ki:

“Çok doğru söylüyorsun Süleyman Efendi; ancak, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu yürürlüğe girdi. Ortalık toz-duman, hayatlarımız tehlikede, bu vaziyet karsısında tekliflerinizi tatbik etmek mümkün olmasa gerek!”

Bunun üzerine tekrar söz alan Süleyman Efendi Hazretleri:

   “Arkadaşlar, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu cemiyet halinde tedrîsat yapmayı yasaklıyor, bir iki kişiyi yasaklamıyor. Çünkü bir-iki de cem’iyyet yoktur. Ben de size, bir iki kişi okutalım diyorum” dedi. Bunun üzerine bazı müderrisler mahkeme ve hapse düşmekten korktular: “Bu şiddet zamanında bunu da yapamayız” dediler.

   Bu defa Süleyman Efendi Hazretleri, dinî tedrisat vazifesini fahriyyen (maaşsız-ücretsiz) yapmağa hazır olduklarını bildirmek üzere, zamanın hükümetine, (TBMM Başkanlığına) bir telgrafla müracaatta bulunmayı teklif etti. Ancak, zamanın idaresi tarafından İslamî faaliyetlere menfi nazarlarla bakıldığını iyi bilen dersiamlardan birçokları, böyle bir teklifi de benimsemediler. (Bu ve benzerî husustaki belgeleri Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ’ün Tabular Yıkılıyor veya Arşiv Belgeleri Işığında Silistreli Süleyman Hilmi TUNAHAN kitaplarında bulabilirsiniz.)

Terziden müftü olur mu?

   Yapı ustasından, demirciden, kalaycıdan, terziden müftü olur mu? İşte Süleyman Efendi bunlardan müftü, vaiz yetiştirdi ve onlara, yıllarca Ümmet-i Muhammede hizmet ettirdi.
Çatalca taraflarında çeşitli köylerde çiftlik tutup ders okuttukları, inşaatları dolaşıp işçilere “yevmiyelerinizi muntazaman ben vereyim. Burada çalışma yerine size dinî ilimleri okutayım” tekliflerine can korkusundan talebe bulamadan geri dönmeleri, takibatlar, baskınlar, tutuklanmalar, vs. Öyle zamanlar oldu ki, talebeyle bir yerde toplanıp okutmak imkanı kalmadı. Taksi kiralayıp İstanbul’u gezermiş gibi okutmayı denedi. Ve bir ara şartlar o kadar ağırlaştı ki, elde kitap taşımak, kitaptan okutmak imkansız hale geldi. Ve dünyada eşine rastlanmayan bir usûle başvurdu. Bir kaç talebesi ile Haydarpaşa Gar’ından Ankara istikametine giden trene biniyor, Arifiye istasyonuna kadar ezberden ders okutuyordu. Arifiye istasyonunda iniyor, Ankara’dan gelen trene binerek İstanbul’a kadar okutmaya devam ediyordu.

Nedir tasavvufun gayesi?

   Süleyman Efendi, Nakşîliğin en büyük mümessili olan İmam-i Rabbanî Hazretleri’ne bağlı ve onun yolunda irşada izinli bir mürşid-i kamildir. Tarikatı, sadece “Hoş sohbet vasıtası” haline getiren son devrin tembelliğini yıkmış, onu kitleleri harekete geçiren heyecan vasıtası kılmıştır.

   Nedir tasavvufun gayesi? Tasavvuf’un gayesi şer’î imanı pekiştirmektir. O’nu kesintisiz bir biçimde yaşayışımıza yön verebilme tesirine kavuşturmaktır. İşte o zaman, Dinimizin emirlerini, mükellefiyetlerini yerine getirmek insana ağır gelmez, zevkle – sürurla karşılanır; kurtulunması gereken bir yük gibi değil, gönülleri kanatlandıran ve her türlü karartıcı nefsaniyet alakalarından sıyırıp gerçek hürriyete eriştiren bir mazhariyet halini alır. Tasavvufun, kendisi gaye değildir; gayeye varmanın vasıtasıdır tasavvuf. Gaye, hakikattir, İslam’ın hakikatidir, o hakikatin yaşanmasıdır.

İmamı Rabbani’nin tecdidi

İmamı Rabbani’nin tecdidi, “şeriatı kabuk, tasavvufu öz” sayan ve “öze ulaşınca kabuk düşer” şekline dönüşen sapık düşünceleri yere vurmuş ve hakiki tasavvuf esaslarını ihya etmiştir. Süleyman Efendi de bu “tecdid şumulü”ne son derece bağlı kalmış, İmamı Rabbani Hazretlerinin ehl-i sünnet dışı sapıklıklarla verdiği mücadeleyi devam ettirmiştir.
Süleyman Efendi’nin genel bakışı; Tasavvufa “hal sahibi”, “iddia sahibi”, “keramet sahibi” olmak için girilmez. O niyetle girilse, netice de ona göre olur. Tasavvuf, mahviyet-ubudiyet-tevazu- sabır ve muhabbet yoludur. İslam’ı kendi nasibince en iyi yaşamak yoludur. Asliyet dışında kemalat yoktur. Aslî ölçüler şahsa göre değişmez. Tasavvuftaki ıstılahlar, şeri ıstılahları açıklamak içindir. Ehli Sünnete bağlı her tasavvuf yolu, itminan hakikatine varır. Aralarındaki fark; daha kısa, daha emin, daha müessir olup olmamak itibariyledir…

Her halükarda ilmîlikten uzaklaşılmamıştır

   Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri her halükarda ilmîlikten uzaklaşmamış yapılanları mutlaka ilmî temele oturtmuştur. Umumiyetle şifahî kültüre dayanan tasavvufî yapılanmaları “kitabîliğe” mesned teşkil ettirmişlerdir. Bunda da, mürşid-i kamilliği yanında birincilikle bitirdiği Medresetül Mütehassısinin (Süleymaniye Medresesi) Hadis ve Tefsir Şubesi müderrisliğinde bulunmasının payı büyüktür. İlaveten Medresetül Kuzatta da (Hukuk Fakültesi) tahsilini yapıp diplomasını iyi derece ile alıp kadılık (hakimlik) rütbesine de ulaşmışlardır. Böylelikle devrinin aklî ve naklî ilimlerinde en yüksek dereceyi ihraz etmişlerdir. Bu özellikleri, belki de mürşidlerin içinde onu farklı kılmaktadır.

   Kur’an’ı Kerim’i en kısa zamanda okumayı öğreten, Elif Cüzü’nden başka kitap yazmamıştır. Bir zamanlar Akaid dersi okuturken başlattığı Takrir yazdırma işinden vazgeçmiş talebelerine şöyle demiştir: “Duydum ki bazıları, hocalarının yazdığı kitabı okumak, her şeye yeter diyorlarmış ve yerine göre Kur’an’dan üstün tutuyorlarmış. Ben talebelerimin bu sapıklığa düşmelerinden korkarım. Her ilim yazılıdır. Ben anahtarını size okutuyorum.”

   İslamiyeti, tercüme kitaplardan yahut kendi yazdığı eserlerden öğretmek yerine, Hz. Ali’nin (r.a) hazırladığı Emsile’den başlayarak, bütün büyük ulemanın bilhassa Osmanlı medreselerinin takip ettiği Temel ders kitapları vasıtasıyla İslamiyeti kaynağından, orijinal dilinden Arapçadan okutmuş ve öğretmiştir. ÖŞÜR farizasını Türkiye’de yeniden ihya için çalışmıştır. “Öşür” tıpkı zekat gibi Allah’ın emridir. Ziraat mahsulünden “onda bir” olarak verilir. Osmanlı tarihi boyunca bu ilahi emre uyulmuştur. Sultan Abdulhamid Han’dan sonra devlet öşrü kendisi toplayıp fakirlere vermek yerine bazı komisyonculara satmıştır. Onlara “aşar” adı verilmiştir. Bunlar vatandaşa zulmetmişlerdir. Bu zulüm yüzünden de öşür unutturulmuştur.

SÖZLERİNDEN

“Keramet peşinde koşmayınız. Havada uçmak keramet olsaydı, kargalar, yarasalar da havada uçuyor, denizde yürümek keramet olsaydı, köpek balıklarından diğer mahlûkata kadar bir sürü varlık da bu işi yapıyor. Asıl keramet; Allah’ın dinine hizmettir. İstikamet üzere olmaktır. İfrat ve tefride düşmemektir. Efdaliyet hastalığından kurtulmaktır.” tavsiyesinde bulunmuşlardır. İ. Rabbani’den menkul “Fevkaladelikler peşinde koşmayınız. Âlemin bildiği bize yeter.”

PAYLAŞ