Dil hakkında ayet hadis ve kıssalar

   Bakara/263- Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak, arkasından eza ve gönül bulantısı gelecek bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, halimdir, yumuşak davranır.
 
   Nisa/  5- Allah’ın, sizi başına diktiği mallarınızı aklı ermezlere vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.
 
   İsra/28- Eğer Rabbinden beklediğin bir rahmet (rızık) için, onlardan yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan, o vakit de onlara yumuşak ve tatlı bir söz söyle.
 
   Meryem/ 62- Onlar orada boş bir söz işitmezler. Ancak “Selam” işitirler. Orada sabah akşam rızıkları da hazırdır.
 
   Kasas/ 53-55 Onlara (Kur’ân) okunduğu zaman “O’na iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik” derler.İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükafatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar. Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri istemeyiz” derler.
 
   Nur/ 19- İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azab vardır. (Her şeyi) Allah bilir; siz bilmezsiniz.
 
   Müzzemmil/ 6- Çünkü gece kalkışı hem daha etkili, hem de söz bakımından daha sağlamdır.
 
   En’am/108- Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
 
HADİS-İ ŞERİF
   * İbn-i Abbâs radiya’llahu anhümâ’dan rivâyete göre, müşârün-ileyh: “Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’in Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem’den şu rivâyetinden daha küçük günâha benzer hiç bir şey görmedim” demiştir: Ebû Hüreyre Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem’den rivâyet ederek der ki: Allah Âdem-oğluna zinâdan nasîbini takdîr etmiştir. Hiç şüphesiz Âdem-oğlu (ezelde) mukadder olan bu âkıbete erişecektir. İmdi göz zinâsı (mahremi olmıyan kadına şehvetle) bakmaktır. Dil zinâsı da (zevkle) görüşmektir. Nefsin de (zinâ) temmenî ve iştihâsı vardır (bu arzu da nefsin zinâsıdır). Tenâsül uzvu ile bu a’zânın hepsinin arzularını ya gerçekleştirir (fi’ile çıkarır) yâhut (bırakarak) yalanlar.
 
   * Abdullâh İbn-i Ömer radiya’llâhu anhumâ’dan şöyle rivâyet edilmiştir: İbn-i Ömer demiştir ki: Sa’d İbn-i Ubâde (bir kere) kendisine ârız olan bir hastalıktan dolayı (mizâcından) şikâyet ediyordu. Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem Abdurrahmân İbn-i Avf, Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs ve Abdullâh İbn-i Mes’ûd ile birlikte Sa’d’i iyâde ve ziyârete gelmişlerdi. Resûlullâh Sa’d’in yanına girdiğinde onu âilesi tarafından dikkat ve ihtimâmla ihâta edilmiş bir halde buldu. Resûlullâh aleyhi’s-selâm:
– Yoksa Sa’d öldü mü? diye sordu.
– Hayır yâ Resûla’llâh! Ölmedi, diye cevâb verdiler. Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm (müteessir olup) ağladı. Resûlullâh’ın ağladığını görünce oradakiler de ağlaştılar. Bunun üzerine Resûlullâh:
– İşitmediniz mi? Allah gözyaşı ile, iç üzüntüsü insanı azâb etmez. Ve eliyle (mubârek) dilinde işâret ederek: İşte bunun yüzünden (ya) azâb eder, yâhud (vaîdini infâz etmez,) merhamet eder. Ve meyyit, âilesinin kendisine (menhî bir şekilde) ağlamasından dolayı azâb olunur, buyurdu. Ömer radiya’llâhu anh de (câhiliyet âdeti üzere) ağlandığında (te’dîb için) sopa ile döver, çakıl attırır, toprak saçtırır.
 
  * Sehl İbn-i Sa’d radiya’llahu anh’den rivâyete göre, Resûlu’llah Salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Her kim ağzın iki kemiği arasındaki dilini ve iki budu arasında bulunan (uzv-ı tenâsül)ünü (şerden esirgemeyi) bana tazmîn (ve te’mîn) ederse ben de, o kişiye Cennet’i te’mîn ederim.
 
   * Abdullah İbn-i Amr radiya’llahu anhümâ’dan rivâyete göre, şöyle demiştir: Bir kerre Resûlu’llah Salla’llahu aleyhi ve sellem:
– “Büyük günahların en büyüğünden birisi, kişinin anasına, babasına lâ’net etmesidir.” buyurmuştu. Mecliste bulunanlar tarafından:
– Yâ Resûla’llah! Kişi anasına, babasına nasıl söver? Diye soruldu. Resûl-i Ekrem:
– O kimse birisinin babasına söver, o da (bi’l-mukabele) onun babasına söver, yine o kişi birisinin anasına söver, o da (bi’l-mukabele) onun anasına söver, buyurdu.
 
   * Enes İbn-i Mâlik radiya’llahu anh’den şöyle rivâyet olunmuştur: Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem kimseye sövmez (ve nesebine ta’n etmez) di. Ne lüzûmundan fazla söylerdi, ne de lâ’net ederdi. O, bizim birimize itâb edip darıldığında “Ona ne oldu? A alnı toprak olasıca!” buyururdu.
 
   * Ebû Mûsâ (el-Eş’arî) radiya’llâhu anh’den: Şöyle demiştir: (Bir kere) Nebiyy-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem’den hoşlanmadığı bâzı şeyler soruldu. (Bu gibi) suâller çoğalınca gazab etti. Ondan sonra “Bana istediğinizi sorunuz.” diye buyurdu. Birisi (kalkıp) “Benim babam kimdir?” dedi. “Baban Huzâfe’dir.” buyurdu. Bir diğeri kalkıp “Yâ Resûlâ’llâh, ya benim babam kimdir?” dedi. “Şeybe’nin âzâtlısı Sâlim’dir.” buyurdu. Ömer (b. el-Hattâb radiya’llâhu anh) vech-i Risâlet-Penâhî’deki (âsâr-ı) gazabı görünce “Yâ Resûlâ’llâh, Azîz ve Celîl olan Allâh (u Teâlâ’y)a tevbe ediyoruz.” dedi.
 
   * Enes (b. Mâlik) radiya’llâhu anh’den: Şöyle demiştir: (Bir def’a) Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem güneş (nısfü’n-nehârdan) meylettiğinde (Hücre-i Saâdetten) çıktı. Öğleni kıldırdıktan sonra minbere (çıkıp) ayakta durdu. Kıyâmetten bahis buyurdu. O gün (pek) büyük şeyler olacağını haber verdi. Sonra: “Bana bir şey sormak isteyen varsa (şimdi) sorsun. Bu makâmımda durduğum müddetçe bana her ne sorarsanız (hemen) haber vereceğim.” buyurdu. Halk (Nebî aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın gazabından müteessir olarak) pek ziyâde ağlaştılar. (Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem de) tekrar tekrar hep “Sorsanıza!” diyordu. Derken Abdullâh b. Huzâfe es-Sehmî (radiya’llâhu anh) ayağa kalkıp “Benim babam kimdir?” diye sordu. “Baban Huzâfe’dir.” buyurdu. Sonra yine: “Sorsanıza!” (diye ilhâh) buyurdu. Bunun Üzerine Ömer b. el-Hattâb (radiya’llâhu anh) iki diz üstü gelip: “Yâ Resûlâ’llâh bu kadarı elverir. Biz) Allâhu Teâlâ’yı Rab, İslâm’ı din, Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’i Nebî olarak kabûl ve tasdîk ettik.” dedi. Bunun üzerine (Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem biraz) sükût buyurduktan sonra: “Demincek Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu. Ne böyle hayrın, ne de böyle şerrin mislini görmüş değilim.” buyurdu.
   Bu hadîsin bir parçası “Kitâbü’l-İlm”de Ebû Mûsâ (el-Eş’arî radiya’llâhu anh) rivâyeti olarak geçmişti. (81 inci hadîs.) Ancak buradaki rivâyette hem ziyâde, hem de (bâzı) elfâz mugâyereti vardır.
 
   * Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’den rivâyete göre, Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Bir kul Allah’ın hoşnûd olduğu  (mübârek kelimeler) den bir kelimeyi (o kelimeye hiç ehemmiyet vermiyerek) mübâlatsız söyleyiverir. Halbuki Allahu Teâlâ o kelime sebebiyle o kimsenin derecesini yüceltir. Şu bir kul da vardır ki, Allahu Teâlâ’nın gazâbını mûcib bir kelimeyi (ona ehemmiyet vermiyerek) mübâlatsız söyleyiverir. Halbuki Allahu Teâlâ o kötü söz sebebiyle o kimseyi Cehennem’in dibine indirir.
 
   * Abdullah İbn-i Ömer radiya’llahu anhumâ’dan şöyle rivâyet olunmuştur: Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem (Rumlar üzerine göndermek üzere) bir fırka mücâhid techîz etmiş ve buna Üsâme İbn-i Zeyd’i emîr ve kumandan ta’yîn etmişti. Bâzı kimseler Üsâme’nin emâretine i’tirâz ve dedikodu etmişlerdi. Bunun üzerine Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem (asabîleşerek bir hutbe îrâd etti. Ve hutbesinde):
– Siz, şimdi Üsâme’nin kumandanlığına ta’n ediyorsunuz. (Size hatırlatırım ki): Siz, bundan önce onun babasının emâretine de dil uzatmıştınız. Allah hakkı için Zeyd emârete nasıl tâmamiyle lâyıksa ve o, bana nâsın en sevimlilerinden biri ise, hiç şüphesiz şu Üsâme de babasından sonra bana nâsın en sevimlilerindendir, buyurdu.
 
   *  İbn-i Abbâs radiya’llahu anhümâ’dan rivâyete göre, müşârün-ileyh: “Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’in Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem’den şu rivâyetinden daha küçük günâha benzer hiç bir şey görmedim” demiştir: Ebû Hüreyre Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem’den rivâyet ederek der ki: Allah Âdem-oğluna zinâdan nasîbini takdîr etmiştir. Hiç şüphesiz Âdem-oğlu (ezelde) mukadder olan bu âkıbete erişecektir. İmdi göz zinâsı (mahremi olmıyan kadına şehvetle) bakmaktır.
Dil zinâsı da (zevkle) görüşmektir. Nefsin de (zinâ) temmenî ve iştihâsı vardır (bu arzu da nefsin zinâsıdır). Tenâsül uzvu ile bu a’zânın hepsinin arzularını ya gerçekleştirir (fi’ile çıkarır) yâhut (bırakarak) yalanlar.
 
   İnsan kalbî, ruhî ve fikrî hayatı adına birşeyler anlatıyor, anlattığı şeylerle muhataplarının ufkunu açıyorsa, onun konuşmasında yarar vardır. Aksi halde, bütün konuşmaları israf-ı kelam cümlesi içinde mütalâa edilebilir.
 
   Ehlullah “kıllet-i kelâm”, “kıllet-i taam”, “kıllet-i menâm” diyerek insanın dünya ve ukbâ hayatı adına bu çok önemli üç meseleyi, kendilerine düstur-u hayat edinmişlerdir.
 
   İşte böyle sözü tartarak, süzerek, ağızdan çıkacak her kelimeyi düşünceye vize ettirerek konuşma bir ahlâk işidir. İnsanın bu ahlâkı kazanabilmesi ve fıtratının bir parçası haline getirebilmesi de bir hayli zaman ve bir hayli çaba ister…
 
   Dil Belası ve İffet
   İmam Buhari’nin Sahih’inde rivayet ettiği bir başka hadîslerinde Allah Rasûlü, şöyle buyurmaktadırlar : “Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona cennet için kefil olurum.”
   Bunu söyleyen, Allah Rasûlü’dür. O, bir insanın neye kefil olup neye olamayacağını herkesten iyi bilir. Cennet’e kefil olacağını söylüyorsa, mutlaka olacaktır. Zira, kardeşim deyip bağrına bastığı Osman b. Maz’ûn gibi bir sahabî hakkında hanımlarından birinin: “Cennet kuşu oldun gittin” demesine karşı çıkmış ve: “Ben Allah’ın Rasûlü olduğum halde bilmiyorum, sen onun cennetlik olduğunu nereden bildin?” demişti.
   Demek oluyor ki, ağzına ve apış arasına sahip çıkacağına dair söz veren ve verdiği sözde duran bir insana, Allah Rasûlü cennet sözü verirken, bunu hevâ ve hevesine göre söylemiyor. Mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın bu mevzuda bildirdiği bir şeye binaen böyle bir vaadde bulunuyor.
 
AZ FAKAT ÖZ KONUŞABİLME
   Şüphesiz ki ifadenin en sihirlisi de muhatabın idrakine göre ayarlanabilenidir. İmam-ı Azam Hazretleri de bu had seviyede görülmektedir. Kendisine itiraz maksadıyla pürhiddet gelenlerin, seviyelerine uygun şekilde aldıkları cevap yüzünden hiddetleri sönmüş, öfkeleri dinmiş olarak döndükleri anlaşılmaktadır.
   Nitekim bir gün kendisine güvenenlerden bir gurup yine Hz. İmam’a müracaat ederek derler ki:
-Sen mihrabda imamın Fatiha okuyuşu, cemaate kafi gelir, demişsin, bu doğru değildir! İmamın okuyuşu cemaat hesabına nasıl geçer?
   Hazret-i İmam sakin, muhatapların seviyesini tespitle meşgul. Meseleye ayet ve hadisle ispat etme tarafını düşünmez, sadece muhatabın seviyesini hesaba katarak sorar:
-Bu meseleyi sizin hepinizle ayrı ayrı mı görüşeyim, yoksa içinizden birini vekil seçeceğiniz de onunla mı konuşayım?
   İtirazcılar düşündüler, her biri ilim ve irfanda kendisine güvenemediği için içlerinden en alim ve en ediblerini kendilerine sözcü olarak seçmeyi tercih ettiler:
-İşte bu zat bizim sözcümüzdür. Onunla bu mes’eleyi konuşabilirsin? Derler. İmam-ı Azam:
-Onu ilzam edersem sizi de ilzam etmiş olur muyum?
-Elbette. Çünkü biz onu vekil seçtik. Onun sözü bizim de sözümüz, onun müdafaası bizim de müdafaamızdır. O galip gelirse biz de galip geliriz.
   Hazret-i İmam burada cevabı yetiştirir:
-İşte biz de mihraktaki imamı vekil seçtik. Onun okuyuşu cemaatin de okuyuşu, onun kıraati bizim de kıraatimizdir. Nitekim farkına varmadan bunu siz de kabul etmekte ve benimle konuşanı kendinize vekil olarak seçmiş olmaktasınız!
O, bize her bakımdan imamdır! Konuşma usulünü de onu taklid edebiliriz.
 
KILIÇ GiBi KESKİN DİL
   Hicri üçüncü asrın yarısında, Abbasiler devrinde, Ibnurrumi diye bilinen, Ali ibni Abbas, Kasım Ubeydullah adındaki Abbasi vezirinin meclisinde oturmuştu.O daima mantık ve beyan gücü olan kılıç gibi keskin diliyle gururlanırdı. Kasım bin Ubeydullah, Ibnurrumi’nin dil yarasından çok korkuyordu ve endişeliydi. Fakat rahatsızlık göstermiyor ve öfkesini belli etmiyordu.
   Aksine, öylesine bir tavır takınıyordu ki Ibnurrumi; bütün kötümserliği, kuruntuları ve sahip olduğu, ihtiyatlı davranma, ve her şeyi kötüye yorma sanatına rağmen, onunla muaşeret etmekten çekinmiyordu.
   Kasım gizlice, Ibnurrumi’nin yemeğine, zehir koymalarını emretti. Ibnurrumi yemeği yedikten sonra döndü ve hemen gitmek için kalktı.
Kasım :
– Nereye gidiyorsun?
– Beni gönderdiğin yere.
– O halde, anne ve babama da selam söyle.
– Fakat, ben cehennem yoluna gitmiyorum, dedi.
   Ibnurrumi evine gitti ve tedaviye başladı. Fakat tedaviler fayda vermedi ve böylece sonunda, dilinin kılıç gibi keskin olmasının, cezasını buldu.
 
BÜLBÜL
   Oğlu ağır hastalanan Büveyhoğulları hükümdarlarından Adudüddevle son derece üzgündü. Abidlerden biri dedi ki:
“Şu yabani kuşları kafesten salıver. Belki oğlun iyileşir.”
   Adudüddevle makul bir hükümdar idi. Bu düşünceyi kabul ederek kafeslerini kırıp kuşları serbest bıraktı. Yıkılan zindanda mahkum kalır mı? hepsi uçup gittiler. Fakat bülbül müstesna, padişah tatlı sesli bülbülü kafesinden salıvermemişti.
   Çocuk iyileşti ve sarayın bahçesine çıktı. Sabah vakti idi. Güzel sesli bülbül tatlı tatlı ötüyordu. Çocuk bülbülü görünce gülerek dedi ki;
“Ey hoş sesli güzel bülbül! Sen dilin yüzünden kafeste kalmışsın”
 
BELALAR AĞIZDAN ÇIKAN SÖZÜ TAKİP EDER
   Yusuf (Aleyhisselam) uzun zaman hapiste kalınca Cenab-ı Hakk’a bu halini arz etti. Allahu Teala da cevaben şu vahyi indirdi:
– Ey Yusuf, sen kendi kendini hapsettin. Zira kendin “hapsi daha çok severim” dedin. Eğer “afiyeti daha çok severim” deseydin sana afiyet verilirdi.
   Bu sırra işaretten Peygamberimiz:
– “Belalar, konuşulanları takip eder” buyurmuştur.
 
BİLGİN OLMANIN İLK ŞARTI
   İmam-ı Malik Hazretleri büyük bir din âlimidir. İmam-ı Azam’dan sonraki sırada yer alan bu eşsiz âlim, bunca ilmine rağmen bazen bilmediklerine de rastlar, “Bunu bilmiyorum” derdi.
   Bir gün kendisine gelenler tam kırk sual sordular.
Ne yazık ki, büyük âlim bu kırk sualin ancak ikisine doğru cevap verebildi. Geride kalan otuz sekiz soruyu bil­mediğini söyledi. Sual soranlar şaşırmışlardı:
— Ya imam, kırk sualin ancak ikisine cevap verebildi­niz, otuz sekizini ise bilmediğinizi söylediniz, bu nasıl olur?
   İmam şöyle karşılık verdi:
— Bilmiyorum demek hiçbir zaman âlimin değerini düşürmez. Aksine değerini arttırır. Sakın siz de şunun bunun tesirinde kalıp, bilmediğinizi bilir görünmeyiniz. Bilmediğini bilir gibi görünüp cevap vermeye kalkışmak cahilliktir. Bilmediğine “bilmiyorum” demek ise, bilgin olmanın işaretidir.
   Bağdat âlimlerinden Kasım bin Muhammed de şöyle der:
— Bilmediğim bir suale biliyorum diyerek yanlış cevap vermektense, dilimin kesilmesi daha iyidir. Birçok büyük âlime eriştim, hiç birinin “bilmiyorum” sözünden rahat­sızlık duyduklarını görmedim. Onlar bildiklerine cevap verirler, bilmediklerini ise öğrenmeye gayret ederlerdi.
   Bir büyük din âlimi kürsüde vaaz ediyordu. Aşağıdan biri bir takım sualler sordu, kürsüdeki âlim de “Bilmiyorum” diye cevap verdi. Bunun üzerine yerdeki adam şöyle dedi:
— Madem biliniyordun da o yüksek yere niçin çıktın? Alim şöyle cevap verdi:
— Ben ilmim kadar yükseldim, eğer bilmediklerim ka­dar yükselecek olsaydım, başımın göğe değmesi gerekirdi.
 
AKILLI PAPAĞAN
   Bir tacirin bir papağanı vardı. Kafeslere mahkum edilmiş güzel bir kuştu. Bir gün tüccar Hindistan’a gitmek için yol hazırlığına başladı. Kölelerinin, cariyelerinin her birine ayrı ayrı:
“Sana Hindistan’dan ne getireyim ne istersin?” diye sordu.
   Her biri ayrı bir şey istedi. Tüccar papağanına da sordu:
“Ey güzel kuşum sana ne getireyim Sen Hindistan’dan ne istersin?” dedi.
   Papağan:
“Oradaki papağanları görünce hâlimi anlat ve de ki falan papağan benim mahpusumdur, ben onu kafeste besliyorum. Size selâm söyledi. Ben gurbet ellerde kafeslerde sizin hasretinizle can vereyim, sîz serbestçe ağaçlık­arda kayalıklarda dolaşın bu reva mıdır. Hiç değilse bir seher vakti ben garibi de hatırlayın ki bende birazcık mutlu olayım, dedi.” de. Başka da bir şey istemem.” dedi.
 
   Tüccar kervanını düzdü yola koyuldu. Günler geceler boyu yol gitti nihayet Hindistan’a vardı.Giderken birkaç papağan gördü kayalıklara konmuş, bekliyorlardı, atını durdurup seslendi:
“Ben falan memlekette filan kişiyim ticaret yapmak için buralara geldim. Benim bir papağanım var size selâm söyledi ve böyle böyle dememi istedi.” dedi.
   Tüccar sözlerini bitirir bitirmez o papağanlardan birisi titredi, nefesi kesildi düşüp öldü.Tüccar bu haberi verdiğinden dolayı bin pişman oldu.
“Ne yaptım, bu zavallı kuşun ölümüne sebep oldum. Galiba bu benim kuşumun bir yakını, candan seveni olsa gerek.” diye düşündü.
   Aradan bir hayli zaman geçti tüccar alışverişini bitirip memleketine döndü. Herkesin istediğini bir bir verdi.Kuş kafesinde bu olanları seyrediyordu. Sonunda dayanamayıp tüccara sordu:
“Benim istediğim nerede. Hemcinslerimi, papağan zürbelerini gördün mü, ne söyledin ne gördünse bana anlat beni de mutlu et.” dedi.
   Tüccar:
“Sevgili kuşum kusura bakma fakat söylemesem daha iyi olacak sanıyorum, çünkü hâlâ o saçma sapan haberi götürerek yaptığım akılsızlığa ve cahilliğe yanmaktayım, onun için anlatmasam daha iyi.” dedi.
   Papağan ısrar etti; bunun üzerine tüccar istemeye istemeye olanları anlattı:
“Tarif ettiğin yere varıp dostların olan papağanları görünce senin söylediklerini ve selâmını söyledim içlerinden biri buna dayanamadı üzüldü titredi ve hareketsiz kaldı, öldü patladı dayanamadı öldü gitti.” dedi. Bunu görünce çok pişman oldum fakat nafile bir kere söylemiş bulundum.” dedi.
   Tüccarın sözlerini duyan papağan kafesin içinde titredi hareketsiz kaldı ve biraz sonra düşüp öldü.
   Tüccar bunu görünce aklı başından gitti ağlayıp sızlamaya başladı, külahını yere vurdu.
“Ey güzel sesli kuşum sana ne oldu neden bu hâle geldin, ben ne yaptım başıma ne işler açtım.” diye dövündü. Ağladı ağıtlar söyledi. Sonunda ölü papağanı kafesten çıkarıp pencerenin kenarına getirdi, getirir getirmez papağan hemen canlanıp uçtu bir ağacın en yüksek dalına kondu.
   Tüccar buna şaşıp kaldı.
“Ey güzel kuş bu ne iştir bu ne haldir, bana anlat, bu hileyi nasıl öğrendin de beni kandırdın.” dedi.
   Papağan konduğu yerden seslendi:
“Sevgili efendim o Hindistan’da gördüğün papağan benim selâmımı alınca düşüp ölmüş gibi yaparak bana bu haberi gönderdi. “Eğer kurtulmak istiyorsan öl!” dedi. Ben de gördüğün gibi onun dediğini yaparak hapisten kurtuldum. Kısaca öldüm kurtuldum kafeslerde tutulmaktan.” dedi.

PAYLAŞ