Mukavvadan Münekkidler ve Mutasavvıf Müzisyenlerin Zulmettiği Büyük Veli Mevlânâ

Aklın ve ruhun fecr-i sadıkı İslâm, ezanı Kur’an-ı Kerîm, Müezzin-i Ekberi ise Hz. Muhammed’tir. Kâinattaki bütün mahlûkat bu Müezzin-i Ekber’in ezanını derin bir huşu içerisinde dinledi, doğuyu batıyı onunla nur kuşattı, fesad yuvaları sarsıldı. Ebû Cehil’in mabedinde çanlar çalmaya başladı. Bir anda ideolojilerin sesleri karanlığa gömüldü, Endülüs’ten Türkistan’a kadar Safa tepesinden Müezzin-i Ekber’in okuduğu Hakk’a kulluğa çağıran ezanlar duyuldu; “Uyanınız, yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, ellerinizle yaptığınız putlara secde etmeyiniz, Lailahe illellah Muhammedu’r-Rasûlüllah deyiniz, kurtulunuz”.

Ebû Cehil Parlamentosu


Ebû Cehil ilk sarsıntının etkisiyle panikledi, Kureyş’in uluları “acil” koduyla toplandı, İblis’in parlamentosu Dârunnedve’de toplantılar üstüne toplantılar yaptı. Her nasıl olursa olsun Müezzin-i Ekber’in (sav) susturulması kararı çıktı bu toplantılardan… Müslümanlara sokaklar yasaklandı, bu yüzden Müezzin-i Ekber ezanları -bir süre- sadece Dârul Erkam’da okudu. Muhataplarından kimi Hz. Ebû Bekir gibi ilk ezanla, kimi de Ebû Süfyan gibi bin bir ezandan sonra uyandı. Sonunda Ebû Süfyan da inandı fecr-i sadıkın girdiğine, o da anladı insanların uyanmasına Ebû Cehil parlamentosunun engel olmayacağını…

Uzun Soluklu Ezanlar


Müezzin-i Ekber (sav), Âleme nûr ve sürur veren kulluk çağrılarını hep ilk ezan heyecanıyla okudu. Araba, aceme, çölde vur ha vur su arayan bedevinin bulduğu “su” gibi can verdi ezanlar. “Hz. Adem’in, Musa’nın, İsa’nın, Hz. Muhammed’in (sav) imanıyla mayalanan yer yüzü toprağında İslâm ulu bir çınar, inkar ise yerde kalmaya mahkum ayrık otu gibidir”, dedi ezanlar. Kureyş’ten Hz. Ebû Bekir’le, Habeşistan’dan köle Bilal’i ümmet yapısında bir araya getirerek dünyaya, Müslümanın ülkesi sınır, ufku hudut kabul etmez, imanı ise, en batıdaki mazlumlar gibi, en doğuda Çin’in esaretinde yaşayan Türkistanlıları da kuşatır, dedi. Ezanlar, can verdi insanlığın kuruyan damarlarına. 23 yıl sağanak halinde yüreklere yağan yağmurdu fecr-i sadık ezanları… Allah Rasûlü (sav) Kur’an-ı Kerîm’i mürekkeple sahifelere değil, nurla yüreklere yazdı. Hâdiseleri son haliyle düşünmeye, akletmeye çağırdı insanları. Akla ve ruha diriliş aşısı yaptı. Birine “Sen düşün ve yaşa”, diğerine ise “Sen zevk derecesinde yaşa” talimatını verdi. Mücadelede muvazeneyi tesis etti. İnsanlığın en uzun soluklu ezanlarını okurken ne ruhtan akla, ne de akıldan ruha bir pay verdi.

Sadece Onların Sesi Duyuldu


O’ndan (sav) sonra, Ona bağlı büyük müezzinler geldi. Kimi Gazzâlî gibi Meşşai, Batini, kimi de İmam-ı Rabbânî gibi “Tanrısal Din” uykusundan uyanmaya çağırdı muhataplarını. Yüksek yerlerde, yüksek tizden öyle ezanlar okudular ki “Allah Ekber” nidaları diğer bütün çağrıları bastırdı, bir anda âlemde sadece onların sesi duyuldu.
Allah Teâlâ dininin Hakk’a kulluk yolunu açık tutmak için, çağının insanını uyutan sebepleri yakından tespit eden, ona göre ezanlar okuyan büyük müezzinler gönderdi. Allah Rasûlü’nün (sav) ve getirdiği Kur’an-ı Hakîm’in bir mucizesi olarak her dönemde Fahreddin Râzîleri, İmam Rabbânîleri oldu bu yolun.

Felsefe-Kelâm Hesaplaşması


Felsefe, Müezzini Ekber’in uyandırdığı İslâm aklıyla (kelâm) zaman zaman büyük hesaplaşmalara girişti. “Kazandı” gibi göründüğü zamanlarda da büyük darbeler alıp kendi karargâhına çekilmek zorunda kaldı. Ne var ki Moğol ve Haçlı istilası sonrasında yaşanan hesaplaşma’dan zaferle çıkan Kelâm âlimlerinin üzerine kan, ter sıçradı. Felsefî akıldan bir parça da olsa Kelâm’a sirayet etti. Yüzlerce delille Allah’ın varlığını ispat eden kelamcılar, zevk derecesinde bir imana malik olamadı. Müslümanlar kelâmla felsefenin girdiği savaşta büyük acılar çekti, büyük ızdıraplar yaşadı. Kelâm İslâm’a yönelen saldırıları bertaraf etti fakat saldırı sonrasında yaraları saramadı, kalbi teskin edemedi. Varlıkta yokluk yaşadı. Allah Rasûlü’nün (sav) ezanlarıyla uyanan akıl, kelamcılarla Aydınlanma’nın münkir aklından çok önce akılcılık denizinin dibini gördü. Gazzâlî en derin noktalardan Hz. Ali’ye nisbet edilen; “Anlamayı anlamaktan aciz olmak anlamaktır” sözü tekrar etti. Ondan bir asır sonra yani kilisenin, “Atın ağzındaki dişler şu kadar” diye nassına itiraz eden düşünürleri astığı zamanlarda gelen Fahreddin Râzî de “Akılların en son geldiği yer, tutukluktur” dedi. Aklın sidre-i müntehasına ulaşan büyük kelamcılar, mütefekkir aklı Hz. Muhammed’in önünde paspas yaparsa yaratılışın sırrına erer, büyük bilmeceleri çözer dedi. Aklın tutulduğu yerden ötesinde aşk konuşur. Allah, âlem, ruh gibi temel meselelere aşkla cevap verilir. Aşka dayalı kelâm sorun çözerken “sorun” olmaz.

Mevlânâ ve Yeni Kelâm


Her yerde kelamcıların sesinin duyulduğu, avam arasında dahi kelâmî mevzuların konuşulduğu bir zamanda Âlem-i İslâm’ın, felsefenin derinliklerine ulaşıp onun, cahillerin “su” zannettiği bir serap olduğunu gören ve oradan yara almadan çıkan bir ulu hocaya ihtiyacı vardı.1 Bu ulu hoca kelâmcıların yaptığı gibi muhalifleri susturmakla iktifa etmeyecek, fikri bütün düğümleri çözecek, kalbi sekinet ve imanla dolduran bir kelâmın temellerini atacaktı. Mevlanâ Celaleddin er-Rumî böyle bir asırda, bu ödevi yerine getirmek üzere zuhûr etti ve mücadelesinin esaslarını “Mesnevi” diye meşhur olan muhalled

“Bîzârım” dedi Mevlânâ


Kelâm, felsefeyi, aşka dayalı kelâm da mücerred kelâmı gölgede bıraktı. Moğollarla gelen hezimeti yaşayan Âlem-i İslâm’a hem taziye, hem teselli oldu Mesnevî. Onlarca delille Allah Teâlâ’nın varlığını ispat eden fakat müminin zevk derecesinde bir imana nasıl malik olacağına dair kayda değer bir çözüm ortaya koyamayanların ortamında da itibar gördü Mesnevi. Yeni kelâmın omurgasını neyin oluşturduğu, zındıklar tarafından daha sonra kendisine nispet edilecek sözlerin kendi beyanlarına karışması durumunda nasıl bir yol izleneceği, hangi ölçülere uyması durumunda bir sözün Ona ait olacağı gibi hususları ifade noktasında şunları söyledi Mevlânâ:
Men bende-i Kur’anem eğer candârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhterem,
Eğer nakl küned cüzin kes ez güftârem,
Bîzârem ezû ve zân sühun bîzârem.
Mevlânâ, Mesnevi mısra mısra Kur’an-ı Hâkim’i anlatır, “ben de Kur’an’ın bendesiyim/kölesiyim, Muhammed’i Muhtâr Hz. Muhammed’in (sav) yolunun tozuyum, dedi. Kim benden bundan başkasını nakleder ya da bana isnat ederse; ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” dedi. Sanki Mevlânâ yolunun ney ve sema ile kapatılacağını, Mesnevi’nin mesajının bu iki unsurla gölgeleneceğini görmüştü de, “bîzârem/usandım” demişti. “Ömrümü vererek ortaya koyduğum hakikatimi Muhammed-i Muhtâr’ın yolunun tozu olmamdan başka bir hassasiyetle her kim anlatırsa ondan da bîzarım. Eğer birileri beni ‘ney’e mahkûm edip, mesajımı, bendesi olduğum Kur’an vadisinden koparırsa, Mesnevi’nin nağmelerini ‘ney’ sesine kurban ederse; onlardan usandım Allah’ım! Kur’an’a ‘bende’ bir Müslümanın kabrinde Kelamullah’ı okuma yerine ‘ney’ çalan anlayıştan ‘bîzârım’” dedi, Mevlânâ.

İnsanlığın Hikâyesi


Mevlânâ ‘’bişnev/dinle’’ diye başladığı Mesnevi’sinde insanın Cennet’ten dünyaya düşmesini ve tekrar buradan oraya yükselmesini anlatır. Hâdiseyi kamışlıktan koparılan, bir ustanın elinde delinen sonra da neyzenin nefesiyle sürekli inleyen kamışa benzetir. Ney, neyzenin ağzında inleyerek koparıldığı vatanı kamışlığa özlemini, ailesine, arkadaşlarına hasretini dile getirir. İnsan da tıpkı ney gibi, “Oradan hepiniz inin”2 ayetiyle düştüğü Cennet’i arzular. Onun için dünyada bir güler, on ağlar. Çünkü burası elem ve imtihan yurdudur. Ne var ki insan bu mihnet yurdundan Rabbi’ne ulaşacak. Dünya, Cennet’in zorunlu güzergâhıdır. Bu yüzden Allah Rasûlü (sav) son anlarında şifa bulması için kendisine dua eden Hz. Aişe’ye (ranhüma) “Allahümme’r-Refika’l-Ala” diye müdahale eder. Yüce dosta ya da asıl vatanına dönmek istediğini belirtir. Bu yüzden ölüm Mevlânâ’da “Şeb-i Arus/Düğün Gecesidir”. Çünkü ölüm gurbeti bitirir, vuslatın kapısını açar.

Aklı Hz. Ahmed’in Yolunda Kurban Etmek


Mevlânâ, insana hayat hikâyesini hatırlatır, kurtulmak için, “Hz. Ahmed’e yapış, aklı onun önünde kurban et, Hasbiyalllahu virdin olsun, kula Allah yeter” der. Dünyayı kuyuya, insanı da ona atılan Hz. Yûsuf (a.s.)’a benzetir, kurtuluşun da Hablullah olan Kur’an-ı Kerîm’e yapışmak olduğunu söyler. Hz. Muhammed’e (sav) muhatap olabilmek için görmek yetmez, hakla batılı ayıracak “basîret” şart, der Mevlâna: “Aynı merada otlayan iki ceylanın yediği birinde ‘misk’ diğerinde ‘gübre’ olur. Ağaçlardan ve çiçeklerden toz alan iki arıdan birinde toz, bal; diğerinde zehir olur.” Ebû Bekir gibi basiretle bakan Allah Rasûlü’nde (sav) “risaleti”, basarla bakan ise

Vecd Halinde ki Dönüş Sema, Paralısı ise Danstır


Uzaklardan Allah Rasûlü’nü (sav) görmek için yola revan olan, görünce de atının üzerinden düşüp, yere yığılan, orada ruhunu teslim eden sahabi gibi Mevlânâ da vecd halinde varlıklardan habersiz bir muvahhid olarak kendinden geçip semâ etti. Bazen derste, bazen sokakta, bezen evde yakalandı “vecd” sağanağına. Onun “bîzârım” dedikleri içerisinde “semâ’ını” bir sanatsal gösteriye çeviren, dervişliği bir kavuk ve hırkaya indirgeyen Ashâbı arz-ı endam da var. Mevlânâ vecde geldi, döndü. Erbab-ı sanat ise Mesnevi’nin ruhundan habersiz icra- i sanat ya da tahsili ücret için dönüyor. Aradaki fark geceyle gündüz gibi zahir, göremeyen ise kördür.

Hakk’la Beraber Olmak


Mevlânâ insanları, yaşadığı İslâm’ı hayat nizamı olarak tanımaya çağırdı. Mesnevi’de abid bir kulun Allah’a kurbet hallerini, zahidin zühdünü yazdı.
Mevlânâ’nın dünya malına alakasızlığı o derece ileri bir noktadaydı ki, kendisine hediye gelince sevinmez bilakis onları Hüsameddin Çelebi’ye verince mesrur olurdu. Ancak evindeki yokluk açlık derecesine ulaşınca oğlu Sultan Veled’in gelen hediyelerden bir miktar ev için ayırmasına müsaade ederdi. Evde yiyecek bir şey olmadığı gün fevkalede sevinir, “Şimdi bu evden Hak’la beraber olmanın kokusunu alıyorum” derdi.

Onunla Sokağa da Muhabbet Geldi


Ma’rûfu emretmeye, münkerden alıkoymaya, yüreklere “sekinet”, bakışlara “muhabbet” aşılamaya adanmış bir hayat yaşadı Mevlânâ. Dar bir sokakta uyuyan bir köpek, yürüdüğü yolu kapatınca, ona rahatsızlık vermemek için durup bekledi.
Mevlânâ ile sokağa “kardeşlik” geldi. Bir gün yol üzerinde biri diğerine, “Ey melun! Bana bir dersen on işitirsin” diye bağıran iki kişinin münakaşa ettiğine tanık oldu. Yanlarına yaklaşıp bire, onla mukabele edeceğini söyleyen adama, “Kardeşim! Söyleyecek sözün varsa bana söyle. Çünkü bana bin söz söylesen de sana bir sözle karşılık vermem” dedi. İkisi de Mevlânâ’nın ellerine kapandı. Hem sözü, hem de haliyle irşad etti. Çünkü o, yaşadığı dünyaya en yüksek tizden Hz. Muhammed’in diriliş ezanlarını okuyordu: “Ve Kûnû ‘Ibâdallahi ihvânâ/Kardeşler olunuz Ey Allah’ın kulları” diyordu.

Soğuk Konya Gecelerinde Buz Tutan Sakallar


Mevlânâ namaz vakti gelince kıbleye döner, yüzünün rengi değişir, geceler boyu ibadet ederdi. Uzun yıllar kendisiyle aynı ortamı paylaşan Sibehsalar, “Onu hiç gece elbisesiyle görmedim. Odasında ne yatak, ne de yastık vardı. Uyku bastırınca oturduğu yerde şekerleme yapardı. Sabaha kadar namaz kılardı.”3
Bir şiirinde namazı şu şekilde vasfetmişti:
“Gözyaşıyla abdest alınca namaz ateş gibi hararetli olur.”
Şiddetli soğuğun olduğu bir kış günü namazda öyle ağladı ki gözyaşlarıyla yüzü ve sakalları ıslandı, yanak ve sakalları buz tuttu4fakat yine de namazını bozmadı, kıraatini azaltmadı. Çünkü gözünün nuru namazdı. Hayatını Allah Rasûlü’nün (sav) “Seddidû ve Gâribû’’ (Takatiniz nisbetinde ibadet edin ve orta yoldan ayrılmayın)5 talimatı üzerine kurguladı.
Kâlden hâle, kelimeden manaya, cümle şehrinden kelam şehrine geçti. Beş hasse ile hakikat aramak Mu’tezîle yoludur; ey tuzlu suda yaşayan adam, nereden bilebilirsin ki Ceyhan ve Fırat Nehirlerini, dedi.

Aşktır Köleyi Efendi Yapan


Hicri yedinci asırda esen akılcılık kasırgası ve Moğol istilasıyla sönen yüreklerdeki kora aşkla, imanla üfledi Mevlânâ. Gök gibi gürledi, yağmur gibi boşaldı Doğuya. “Aşk acıyı tatlı, toprağı altın, kederi safa, elemi şifa, zindanı gülistan, hastalığı nimet, kahrı rahmet yapar. Demiri inceltir, taşı eritir, ölüye can verir, köleyi efendi yapar” dedi Mevlânâ.6
İnsanlığı dev sorunlarını ancak Muhammed Muhtâr’ın yolunun tozu olan aşk adamlarının çözebileceğini söyledi:
“Biz hak ve hakikatin öğrencileri olan doktorlarız.
Bizi Kızıl Deniz görünce ortadan yarıldı,
Onlar kalbe nabız yoluyla ulaşırlar.
Biz vasıtasız ve aracısız kalbe gideriz.
Çünkü biz ferasetimizle yükseklere bakarız” dedi Mevlânâ.

Rahbanilik Yok, Rabbânîlik Var


Bu dinde “Rabbânîlik” var “Rahbânîlik” yok7 fakat eline bir tesbih ya da Mesnevi alıp münzevi bir hayat yaşamak da “Rabbânîlikolamaz”, dedi Mevlânâ. Günde beş defa farzı, haftada bir cumayı bir cihetiyle gönüllü, bir cihetiyle de zorunlu ümmet içtimaısı olarak değerlendirdi. Bu içtimaının öneminden dolayı öz kardeşiyle haftada bir görüşürken, mümin kardeşleriyle günde beş defa bir araya gelir Müslüman. Beş vakit namaz, her Müslümana mensubu olduğu ümmet yapısına sahip çıkmayı emreder.
Hakikati, layık olduğu makama, ruhu aklın seviyesine çıkardı, muvazeneyi yeniden kurdu Mevlânâ. “Eşyaya akıl ve ruh muvazenesinin tesis edildiği noktadan bakın” dedi. Kelâmcıların elinden tuttu, onlar için yeni bahisler, yeni başlıklar açtı. Allah’a ulaşırken aklın yanına aşkı da koyalım dedi. Mesnevi asırlarca üdeba meclislerinin başyapıtı oldu. Sufiler seyr ü sülükte Mesnevi’yi kendilerine azık yaptı.

Büyük Mağdur Olarak Mevlânâ


Mevlânâ’nın dirilten soluklarından korkanlar, onunla insanlar arasına maniler koydu. Şekle, sûrete, çalgı aletlerine bürünen muharref tasavvufla, ruha sekînet, akla istikâmet veren tasavvufun yolunu kestiler. Sûrette halk, hakikatte ise Hak ile olmaya çağıran tasavvufu, bir cübbe, bir hırka, bir neye indirgediler. Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün (sav) Sünneti’ne uymayan her şeyin put olduğunu söyleyen:
“Bizim Mesnevimiz vahdet dükkânıdır, Onda Allah’tan başka ne görürsen bil ki o puttur” diyen Mevlânâ’yı konser salonlarına mahkûm ettiler. Mevlânâ bu beytiyle belli amaçlar doğrultusunda Mesnevi’ye bir takım ilaveler yapılacağını ima ederek, Müslümanlara neyin kendisine ait olduğu belirleme noktasında ölçüler verdi. Tevhide uymayan her ne varsa puttur ve benimle alakası yoktur, dedi. Ne var ki Mevlânâ’dan 366 yıl sonra Mesnevi’nin, içinde garip ifadeler yer alan 7.cüzünün olduğu söylendi. Daha sonra bu cüz İsmail-i Ankaravî (v.1041/1631) başta olmak üzere bazı şarihler tarafından şerh edilerek meşrulaştırıldı.
Pek çok ulu hoca gibi Mevlânâ da eserleri üzerinde oynama yapılabileceğini tahmin ettiğinden talebelerine neyin kendine ait olduğunu belirleme noktasında Kur’an ve Sünnet’i şahit bıraktı.
7.cüz üzerine yapılan münakaşalar Ahmed Cevdet Paşa gibi Şeriat’tan taviz vermeyenlerle, yanlışta hikmet arayanlar arasında uzun yıllar devam etti. Hadiseyi doğru bir şekilde anlayabilmek için muteber âlim ya da mürşitlere isnat edilen belli eser ya da ifadelerle nasıl bir oyun oynandığını izah edelim:

Zındıkların Tahrif Hamleleri


İslâm tarihinde meydana gelen fikri ya da ictimâî krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar Müslüman kimliği altında, özellikle nüfuz sahibi âlimlerin metinlerini tahrif etmiş sonra da onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yazdırmışlardır. Zındıkların böyle bir usûl benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel (ra) ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer icâzetli talebeleri Onun sağlam akidesini bilmiyor olsaydı, yastık altında buldukları metinle pekâlâ yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebû Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebû Bekir el-Hayyâd’a sunmuşlardır. Eseri mütalaa eden el-Hayyâd, Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, elHayyâd’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o, düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebû Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazzâlî’nin “İhyâ”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhyâ nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rânî, “el-Bahru’l-Mevrûd” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.8
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında Mevlânâ ve İbn Arabî gelir. İbn Arabî’ninFütûhât-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem adlı eserleri başta olmak üzere pek çok kitabına zındıklar tarafından ilaveler yapılmak istenmiştir. Konu ile alakalı İmam Şa’rânî şöyle bir hadise nakletmektedir: “Yahyâ b. Muhammed el-Mağribî ile karşılaşınca Ona Fütûhât’taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konulardan sordum. El-Mağribî, İbn Arabî’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütûhât’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribî’nin nüshasında yoktu”.9

Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mesnevi” Mektubu


Mevlânâ’nın eserlerine de bu noktada ilaveler yapılmış, müstakil bir eser olarak 7. cilt uydurulmuştur. Nitekim Mesnevi’nin altı cildinden icâzet alan Ahmed Cevdet Paşa, Âbidîn Paşa’ya yazdığı mektupta, bayağı üslubu ile iştihar eden yedinci cild’in Hz. Mevlânâ’ya ait olmadığını, ondan 363 yıl sonra (1035) kaleme alındığını ifade eder. Bu hususu ispat noktasında da altıncı cildin sonundaki tamamlanamayan hikâyeyi, önceki ciltlerde övülen İbn Arabî’nin uydurulan ciltte “Şeyh-i Ekfer” olarak zikredilmesini, Mevlânâ’nın tenkit ettiği Fahruddin-i Râzî’nin (ra) yedinci ciltte dinin reisi olarak geçmesini nazara verir. Ahmed Cevdet Paşa devamla şunları söyler: “Daha önce Dersaâdet’te iki önemli Mesnevîhân vardı ki, biri Hüsameddîn Efendi diğeri ise, Mir’ât-ı Molla dergâhı şeyhi idi. Hüsamüddîn Efendi’nin dersini dinlemiştim ve Şeyh Efendiden hayli tedris eylemiştim. Hatta Şeyh Efendi, Dâru’l-Mesnevî’yi inşa etmiş ve 1260 senesi Muharremin 9. günü merasim ile eski talebelerine Mesnevi’den icâzet verdiğinde bendeniz dahi icâzet alanlar arasında bulunmuştum. O gün Mesnevîhânların mesut bir günü idi ki, Cennetmekân Sultan Abdülmecîd Han Hazretleri, Dâru’l-Mesnevî’ye teşrif ile onları taltif buyurmuştu. İşte o gün bizim aldığımız icâzet, şeş-cihet-i manevî olan altı Mesnevi defterine münhasır idi. Zira Şeyh Efendi, yedinci cildi inkâr edenlerdendi. Hüsameddîn Efendi ise, “Mesnevi yedi cilttir” diyenleri “altı cilttir” deyinceye kadar dövmelidir derdi. Hâsılı, bu bir eski Mâceradır. Bazıları “yedinci cilt” isimli manzumenin Mesnevi’yi tamamlayan cüzlerden biri olduğunu iddia etmişlerdir. Mesnevîhân ve Mevlevî meşâyıhı ise, onun enfâs-ı mevleviyeden olduğunu katiyen inkâr ederek ondan uzak durmuşlardır. Zira Mevlânâ’nın çağdaşlarından Sipehsalar, telif ettiği “Menâkıp”ta Mesnevî-i Şerîf’in yalnız altı cild olduğunu zikretmiştir. Sadreddîn Konevî Hazretlerinin takriz ettiği Mesnevî-i Şerîf de yalnız altı ciltten ibarettir.”10 Muallim Naci (v.1310/1890) “Esâmi” adlı eserinde yedinci cildin Mevlânâ’ya ait olmadığından dolayı, Ankaravî’nin yedinci cilde ait şerhinin itibar görmediğini söyler.11
Mehmed Akif de Mesnevi’nin yedinci cildinin Mevlânâ’ya aidiyetiyle alakalı bir soruya muhatap olduğunda şunları söyler: “Ben bu konuda salahiyet sahibi değilim. Fakat lisan itibariyle adı geçen cilt Mevlânâ’dan iki yüz sene sonraki zamanlara aittir. Sırf lisan bakımından bile Mevlânâ’nın değildir diyebilirim.”12 Devlet-i Aliyye zamanındaki meşayıhı kiram da Ahmed Cevdet Paşa’nın farklı vurgularla naklettiği gibi, “Kim Mesnevi’nin yedinci cildi de var diyerek uydurulan bir eseri Hz. Mevlânâ’ya isnad ederse müfteri kabul edilip tedip edilmelidir” derdi. Bütün bunlara rağmen İsmail Ankaravî gibi bazı Mesnevi şarihleri yanlışlarda ya da iftiralarda hikmet arayan bir üslup ve zorlama tevillere yedinci cildi şerhetmiştir.

Mukavvadan Münekkidler


Tasavvufu tenkit etmek için fırsat kollayan mukavvadan münekkitler, tahkik zahmetinde bulunmadan Mevlânâ ve İbn Arabî ile alakalandırılan her konu ve metin üzerinden tekfire varacak derecede ağır eleştiriler yapmaktadırlar. Bir cildi uydurulabilen ve bu uydurmanın da bazı şarihler tarafından fark edilemeyip şerh edildiği zahirken Mesnevi’de ki, iki ya da üç hikâyeyi bahse medar yapıp Hz. Mevlânâ’ya saldırmak insafsızlıktır. Aynı şekilde Mesnevi’de ki bir kaç meseleyi Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye arz edip onlara muvafık değilse reddetme ve bu reddedişle Mevlânâ’yı iftiradan kurtarma cihetine gitmemek de gaflettir.

Tasavvuf Meclislerinden Müzik Şölenine


İşgal, bazen silah, bazen de sanatla olur. Mevlânâ üzerinden tasavvufu müzik şölenine çevirenler, evliya yoluna arzularının kirini dökmektedir.
Eline bir defa bile ney almayan Mevlânâ’yı, Mesnevi yerine çalgı aletleriyle anmak ve anlatmak bir sanat darbesidir. İş bu darbenin etkisinden dolayıdır ki Mevlânâ, neyle arz-ı endamı Mevlevilik zanneden semazen ve neyzenlerin hurafelerine mahkûm oldu. İkinci mahkûmiyet ise onun sanatsal tasavvuftan “bîzâr” olmasını dikkate almadan, uydurulan ve ona isnat edilen hurafeleri esas kabul edip Mevlânâ’ya şirk isnadında bulunacak kadar ileri giden “hâricî” akılla olmuştur. Her iki tarz da doğu ve batıda İslâm’ı anlatmanın en etkili isimlerinden olan Mevlânâ’yı gereksiz tartışmalara çekip onun Allah’a davet yolunu kesmeye matuftur.

Hâricî Yaklaşımlar


“Rab”, “Mevlânâ” gibi kelimeleri insanlar için kullanmanın şirk olduğunu savunan hâricî anlayış maalesef ki “Kur’an Müslümanlığı” adı altında Kur’an’a kasdetmektedir. “Rab” kelimesi “mutlak olarak kullanıldığında Allah’a mahsus iken, diğer şekillerde ise insanlar için de kullanılmaktadır.”13 Nitekim Hz. Yûsuf “rab” kelimesini birinde “mütekellim ya’sına”, diğerinde ise “hıtab kafı”na izâfe ederek, “Rabbî”14 ve “ilâ rabbike”15 “efendi” anlamında kullanmıştır. “Mevla” kelimesi ise Arap dilinde en geniş kullanımı olan kelimelerdendir. Bir tarafta tahrif eden, Mesnevi’nin mesajını gölgede bırakan “neyzenler”, diğer tarafta ise “Mevlânâ” kelimesinin pek çok anlamı olmasına rağmen Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık için kullanılamayacağını söyleyen ve bu söylem üzerinden şirk ithamında bulunan hâricîler. Mevlânâ her ikisinden de bîzârdır.

Hülasa


Mesnevi’de -Osmanlı ulemâsının belirttiği gibi- sonradan farklı amaçlarla yapılan ilaveler olduğu ve bunların da Mevlânâ’ya ait olmadığı zahir olduğuna göre, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’i hakem kabul edip, muhalif olanları atmak Mevlânâ’ya sadakatin bir gereğidir. Mektuplarının üçte birini tasavvuf çevrelerine yazan İmam-ı Rabbânî de aynı yöntemi uygulayarak, tekkelerde içerden bir tasfiye, umumi anlamda da bir tecdit yapmıştır.
Bütün meşayıh gibi Mevlânâ da mutlak doğru olarak Kur’an ve Sünnet’i kabul etmiş, buna şahid olarak da “Men bende i Kur’anem eğer candarem” demiştir. O, bu haliyle “Senin kitabına uymayan daha sonradan eserlerime ilave edilen neler varsa, kimler onları bana aitmiş gibi isnat ederse, elindeki neyle kadın-erkek bir arada Mevlevilik zarfı içinde eğlenirse, hakikatimi konser salonlarına kurban ederse, şahid ol ki, ben bunlardan uzağım Allah’ım” demiştir Hz. Mevlânâ!
Muhaddisler hurafeyi reddederken müsamaha göstermediler; her ne kadar bir hadis halk arasında muteber olsa da ona, “zayıf”sa zayıf, “mevzu” ise mevzu demekten imtina etmediler. Rivayet senediyle gelen hadisler dışındaki bütün eserleri de Kur’an ve Sünnet mizanında değerlendirdiler. Tecdid yolunu açık saklayarak eserleri öz-posa ayrımına tabi tuttular.
Mesnevi yazılış gayesi doğrultusunda okunduğunda görülecektir ki, derin uykulara çekilen insanlığa; “Sabah oldu uyan” diyen Müezzin-i Ekber Hz. Muhammed’in (sav) müezzinlerinden Celaleddin’i Rumi’ye ait bir ezandır. İnsanlığın en büyük müezzini Hz. Muhammed’in (sav) buyruklarına tercüman olan bir ezan… Doğunun, batının kentlerinde on binlerin hidayetine vesile olan bir ezan…
Dipnotlar
1. Nedvî, Ricâlu’l-Fikr, Dâr Ibn Kesîr, 2007, I, s.371.
2. Bakara: 38.
3, 4. Nedvî, a.g.e., I, s.379.
5. Ahmed, Müsned, II, 166.
6. Nedvî, a.g.e., I, s.406.
7. Hadîd: 27.
8. Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rânî, el-Yavâkit ve’l-Cevâhir, Beyrût, 2003, s.16.
9. Bk. Eş-Şa’rânî, a.g.e., s.16; Eş-Şa’rânî Fütûhât’ı, “Levâkıhu’l-Envâri’l-Kudsiyye” ve “el-Kibrîtu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
10. Ahmed Cevdet Paşa, “Ahmed Cevdet Paşa’nın Âbidin Paşa’ya Yazdığı Mektup”, Mekteb, c.III, yıl.4, sy.33, 1311, s.308-313.
11. Muallim Naci, Esâmi, Mahmud Bay Matbaası, İstanbul, 1308, s.58.
12. Mithat Cemal, Ölümünün Ellinci Yılında Mehmed Akif, Ankara, 1986, s.194.
13. Nesefî, Medârik, I, s.30.
14. Yûsuf: 23.
15. Yûsuf: 50.

PAYLAŞ