Bir Velî, Uzaktakilere Yardım Edemez mi ?

Bir Velî, Uzaktakilere Yardım Edemez mi?

اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم

اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ

Bundan sonra…

Edebsiz ve terbiyesiz bir câhil Abdülkâdir Geylânî kuddise sirruhû hazretlerinden aşağıdaki beyti aktarıyor:

{ مُرِيدِي اِذَامَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا / اُغِيثُهُ اِذَا مَا صَارَ فِي اَيِّ بَلْدَةٍ  }

Sonra da beyti şöyle manalandırıyor veya bu manayı bir başkasından naklediyor:

“Mürîdim ister doğuda olsun ister batıda / Hangi yerde olsa da yetişirim imdâda.”

Daha dikkatli ve doğru bir tercümeyle beytin manası şöyledir:

“Mürîdim şâyet olsa doğuda ve batıda / Hangi beldede olsa yetişirim ona imdâda.”

Bu zavallı nâdân sonra da şöyle ilâve ediyor:

Bu, Kur’ân-ı Kerim’in çok sayıda âyetine açıkça aykırıdır.

“Darda kalmış kişi düâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var?” (Neml 27/62) (Nakil Bitti.)[1]

Diyoruz ki;

Görmek isteyenlerle işin hakîkatine -inşâellâh- on pencereden beraberce bakacağız:

Birinci Pencere:

Evvelâ bu beytin O’na âid olduğu tashîh-i nakle muhtâcdır; oysa ortada böyle bir şey yoktur. Sonra da bu O’ndan sâbit ise bile ortada hiçbir Şer’î mahzûr yoktur.

Ancak buna rağmen sözü geçen zavallı yukarıdaki âyeti bâtılına âlet etmekle Allah celle celâlühû’ya iftirâ ediyor ve ‘Bu, Kur’ân-ı Kerim’in çok sayıda âyetine açıkça aykırıdır’  diyor.

Hâlbuki bu beyt, en çok kerâmet yoluyla yapılan bir işten haber vermektedir. Velîlerden sudûr edecek kerâmet, yani olağan üstü iş, Ehl-i Sünnet mü’minlerce hak olduğuna göre, mes’ele kalmaz. Aklını putlaştırmış cüce beyinlilerin Kerâmet’e (velî’nin bağlı olduğu nebînin mu’cizesine) karşı çıkmaları mühim değildir. Abdu’l-Kadır-ı Geylânî kuddise sirruhû, İbnü Teymiyye’nin de el-Furkân’ında dediği gibi Şerîat meşâyihındandır. Kerâmeti mütevâtirdir. O,Bazen, Allah’ın izni ve yardımıyla, doğuda ve batıda murîdlerine yardımcı olabileceğini –Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlerden olduğunu anlatmak kabilinden- söylemişse ne olmuş?

İkinci Pencere:

Bunun Kur’ân’la çelişmediğini, Kurân’a îmân edip kerâmetle alâkalı âyetleri ve husûsan Neml sûresinin otuz sekiz, otuz dokuz ve kırkıncı âyetlerini de tasdîk edenler anlarlar, teslîm ve itiraf ederler:

> قَالَ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَنْ يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ قَالَ عِفْرِيتٌ مِنَ الْجِنِّ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ قَالَ الَّذِي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ…. }

“(Süleyman aleyhisselâm) ‘Ey ileri gelenler topluluğu!… Onlar (Yemen halkının) bana teslim olarak gelmeden önce kim bana O’nun (Belkıs’ın)tahtını getirecek?’ dedi. Cinlerden bir ifrît, Sen yerinden kalkmadan evvel ben onu sana getiririm ve kesinlikle ben ona (tahtı getirmeye) elbette çok büyük bir kuvvet sahibiyim ve çok emîn bir kimseyim dedi. Yanında kitâbtan bir ilim olan (sıddîk) da, ‘Onu (yemendeki Belkıs’ın tahtını) sen gözünü kırpmadan sana (Şam’a) getiririm’ dedi….”[2]

Onca uzaklıktaki tahtı, fizik kanunlarını alt üstederek, göz kırpmadan Süleyman aleyhisselâm’a getirebileceğini söyleyen bir sıddîkdan (belki de velî Asef’ten) söz ediliyor…

Hattâ cinlerden bir ifrîtin de bunu (istidrâc yoluyla) derhal getirebileceğini söylemesine rağmen Süleyman aleyhisselâm ona karşı çıkmamıştır.

Üçüncü Pencere:

Mü’minler, bu sözün Sünnet ile de çelişmediğini bilirler ve buna inanırlar.

Zîrâ, Ahmed İbnu Hanbel, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve diğerlerinin rivâyet ettikleri hadîsde Nebi sallallahu aleyhi ve selem efendimiz şöyle buyurdu:

{ إِنَّ اللَّهَ زَوَى لِىَ الأَرْضَ فَرَأَيْتُ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا }

Allah bana yeryüzünü dürdü bir araya topladı; doğusunu ve batısını gördüm.”[3]

Dördüncü Pencere:

Yine Hâkim’in ve başkalarının rivâyet ettiğine göre İbnu Abbâs radıyallahu anhumâ “Şâyet Rabbinin bürhânını görmeseydi” âyetinin tefsîrinde şöyle dedi:

{ مُثِّلَ لَهُ يَعْقُوبُ فَضَرَبَ صَدْرَهُ فَخَرَجَتْ شَهْوَتُهُ مِنْ أَنَامِلِهِ  }

“(Yûsuf aleyhisselâm, Züleyhâ ile olan imtihanda iken, çok uzaklarda bulunan) Ya’kûb aleyhisselâm O’na bir sûrete büründürüldü ve gösterildi, O’nun göğsüne vurdu ve şehvet parmaklarından çıktı (gitti.)”[4]

Beşinci Pencere: Mezheb sâhibi büyük müctehid ve müfessirlerin imâmı koca müfessir İbnu Cerîr bu husûsta acaba ne dedi? Bu, meselemizde mühim olmalı; değil mi?

Evet, O, âyetteki bürhân’ın bu şekilde de tefsîr edildiğine dâir, kendi isnâdlarıyla, Hâkim’in de rivâyet ettiği yukarıdaki sahîh haberi ve ayrıca kırk rivâyet daha getirdi.

Taberî bunu ve diğer ma’nâları da zikrettikten sonra şöyle dedi:

“O olağanüstü şey (bürhân), Ya’kub aleyhisselâm’ın sûreti de olabilir, Meleğin sûreti de olabilir, Allah celle celâlühû’nün Kur’ânda zinâ hakkında zikrettiği tehdîd de olabilir…”[5]

Bu tefsîrle alâkalı olarak onlarca muhaddis tarafından yapılan sahîh ve hasen rivâyet ile bu vasıflarda olmayan yirmi civârında rivâyet için Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’una bakabilirsiniz.[6]

Altıncı Pencere:

Burada bazı art niyetlilerin yapabilecekleri şu iblisliğe dikkat çekmek isteriz: Onlar çoğu zaman meseleyle alâkalı sağlam rivâyetler mevcûd iken, gözleri onları görmezler; hattâ onları gözden kaçırabilmek içün o manada gelen sadece uydurma veya zayıf rivâyetleri ortaya atarlar ve onlar üzerinde uzun uzun şamatalar ve gevezelik yaparlar… Oysa sahîh olmayan rivâyetler, sahîh ve hasen olanları zayıf veya uydurma yapmaz. Burası ilim sâhiblerine ma’lûmdur. Bir husûstaki uydurma veya daha sağlamlara zıd olan zayıf rivâyetler atılır, sahîhler veyâ hasenler, yâhud daha sağlamlarıyla çelişmeyen zayıflar alınır. Zîra sahîh, hasen ve daha sağlamlarıyla çakışmayan zayıf rivâyetler Sünnet düşmanı ve sünnetsiz olmayanları bağlar. Uydurma veya daha sağlamlara zıd olan şâzz zayıf rivâyetleri bahane ederek diğer sahîh ve makbûl rivâyetleri reddetmek ehl-i ilim ve insâfın işi olamaz.

Yedinci Pencere:

Hâfız Ebû Nüaym’ın ve İmâm Beyhekî‘nin Delâilu’n-Nübüvve’lerinde de rivâyet ettikleri ve İbnü Hacer’in el-İsâbe’de isnâdının hasen olduğunu söylediği haberde şöyle denilmektedir:

{ عَنْ عَمْرِو بْنِ الْحَارِثِ قَالَ بَيْنَمَا عُمَرُ يَخْطُبُ يَوْمَ الْجُمُعَةِ إِذْ تَرَكَ الْخُطْبَةَ فَقَالَ يَا سَارِيَةُ الْجَبَلَ  مَرَّتَيْنِ أِوْ ثَلَاثًا  ثُمَّ أَقْبَلَ عَلَى خُطْبَتِهِ فَقَالَ بَعْضُ الْحَاضِرِينَ لَقَدْ جُنَّ إِنَّهُ لَمَجْنُونٌ فَدَخَلَ عَلَيْهِ عَبْدُ الرَّحْمَنِ بْنُ عَوْفٍ وَكَانَ يَطْمَئِنُّ إِلَيْهِ فَقَالَ إِنَّكَ لَتَجْعَلُ لَهُمْ عَلَى نَفْسِكَ مَقَالًا بَيْنَا أَنْتَ تَخْطُبُ إِذْ أَنْتَ تَصِيحُ يَا سَارِيَةُ الْجَبَلَ  أَىُّ شَيْئٍ هَذَا قَالَ وَاللهِ إِنِّى مَا مَلَكْتُ ذَلِكَ رَأَيْتُهُمْ يُقَاتِلُونَ عِنْدَ جَبَلٍ يُؤْتَوْنَ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ فَلَمْ أَمْلِكْ أَنْ قُلْتُ يَا سَارِيَةُ الْجَبَلَ لِيَلْحَقُوا بِالْجَبَلِ فَلَبِثُوا إِلَى أَنْ جَاءَ رَسُولُ سَارِيَةَ بِكِتَابِهِ أَنَّ الْقَوْمَ لَقُونَا يَوْمَ الْجُمُعَةِ فقَاتَلْنَاهُمْ حَتَّى إِذَا حَضَرَتِ الْجُمُعَةُ سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِى يَا سَارِيَةُ الْجَبَلَ مَرَّتَيْنِ فَلَحِقْنَا بِالْجَبَلِ فَلَمْ نَزَلْ قَاهِرِينَ لِعَدُوِّنَا إِلَى أَنْ هَزَمَهُمُ اللهُ وَقَتَلَهُمْ… }

“Amr İbnu Hâris’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

Ömer radıyallahu anhu Cuma günü (Medine’deki minberden) hutbe îrâd ederken birden hutbeyi bıraktı ve iki veya üç kerre ‘Ey Sâriye dağa dikkat, dağdan kendini koru, ey Sâriye…’ dedi. Sonra da hutbesine döndü. Orada bulunanların bazısı ‘Cinnet geçirdi; O kesinlikle bir mecnûndur’ dedi. Bunun üzerine Abdurrahman İbnu Avf yanına girdi. O’na kalbi mutmain olan bir kimseydi. O’na, ‘İnsanların senin aleyhinde konuşmalarına sebebiyet veriyorsun;  Hutbe îrâd ederken, Ey Sâriye dağa dikkat et, dağdan korun!…  diye bağırmaya başladın; nedir bu?’ Ömer radıyallahu anhu da ‘Vallahi kesinlikle kendi elimde dedildim, onları dağın yanında harb ederken gördüm. Önlerinden ve arkalarından onlara geliniyordu. Elimde olmayarak,dağa yetişmeleri içün Ey Sâriye dağa dikkat et, dağdan korun... dedim’ dedi.

Nihâyet, Sâriye’nin elçisi, O’nun mektûbunu getirdi; onda şöyle yazılıydı: Düşman ordusu Cuma günü bizimle karşılaştı.  Onlarla harb ettik. Nihâyet Cuma gelince, iki defa ‘Ey Sâriye!.. Dağa dikkat, dağdan kendinizi koruyun’ diye bağıran birini işittik. Bunun üzerine dağa yetiştik ve Allah onları bozguna uğratana ve helak edene kadar düşmanlarımıza hep ğâlib olmaya devâm ettik…” [7]

Hâsılı, Sâriye radıllahu anhu bu feryâdı işitti ve İslâm orduları bu îkaz ve imdât sayesinde bozgundan kurtuldu.

Sekizinci Pencere:

Büyük müfessir ve akâid âlimi Fahruddîn erRâzî, اَمْ حَسِبْتَ اَنَّ اَصْحَابَ الْكَهْفِ > { âyetinin[8] tefsîrinde şöyle diyor:

“Aynı şekilde, kul tâatlara devâm edince, Allah’ın O’nun için bir kulak ve bir göz olurum buyurmakta olduğu makâma varır. Allah’ın celâlinin nûru onun için bir kulak olunca, yakını ve uzağı işitir. Bu nûr onun için bir göz hâline gelince, yakını ve uzağı görür. Bu nûr onun için bir el olunca, zorda, kolayda, yakında ve uzakta tasarrufa / iş görmeğe muktedir olur.”[9]

Dokuzuncu Pencere:

Bir yanda bu beyitte geçen uzaktakilere kerâmet yoluyla yardım edilebileceği ve benzeri inançları bulunduran kimseleri müşrik gören, öte yanda daİbnu Teymiyye’nin sözlerine kıymet veren ve onları hüccet kabûl edenlere arz olunur:

İbnu Teymiyye şöyle diyor:

“Olağanüstü hâllerden bir takımı ilim cinsindendir; mükâşefeler[10] gibi… Bazıları kudret ve mâlik olmak türündendir; olağanüstü tasarruflar (işler yapmak) gibi… Bazıları ise insanlara görünürde verilmekte olan ilim, hükümrânlık, mal ve zenginlik cinsinden şeylerdir.”[11]

Yani olağanüstü mükâşefeler, gizlilikleri keşfedişler… olağanüstü güç yetirmeler ve mâlik oluşlar… olağanüstü ilimler, bilişler, hakimiyetler ve tasarruflar… Bütün bu olağanüstülükler İbnu Teymiye’ye göre de varmış!.. Ona ulaşılamaz üstün makamlar bulmak zorlananların dikkatine!

Ve daha niceleri….

Demek ki, olağan üstü yollarla çok uzaklar görülebilir ve uzaktakilere olağan üstü yollarla yardım edilebilir…

Onuncu Pencere:

Beytin Kısa Bir Tahlîli

Konevî, Kâdî Hâşiyesi’nde bir münâsebetle şöyle diyor:

Bu (tefsîr şekli), meşhur olan şu görüş üzerine kurulmuştur: { كُلَّمَا } ‘her ne zaman ki’ kelimesi umûm / genellik{ اِذَا }  kelimesi de ihmâl/mühmellik[12]içündür; { اِذَا } bazen umûm için de kullanılır. Ancak tefsîri yazan (Kâdî), sözünü, onlara göre seçilmiş olan görüş üzerine kurmuştur.

Ebû Hayyân’ın, ‘Bence{ كُلَّمَا }  ile{ اِذَا }  arasında ma’nâca bir fark yoktur’ şeklindeki sözü reddedilen bir sözdür. Çunki…..”[13] (Konevîden Nakil Bitti.)

(Müfessir ve MuhaddisŞihâb da, Envâru’t-Tenzîl Haşiyesi‘nde şöyle diyor:

{ كُلَّمَا }’nın tekrar bildirdiğini Usûl âlimleri açıkça ifâde ettiler ve bazı Nahiv ve Lügat âlimleri bu görüşü benimsediler.

El-Mısbâh’da şöyle dedi:  { كُلَّمَا }  tekrar ifâde eder ama diğer şart edatları etmez.

Bu yüzden, Ebû Hayyân’ın aşağıdaki sözü nakle muhâlif olduğu gibi aklen bilinene de uymamaktadır:

‘Bence{ كُلَّمَا }   ile { اِذَا } kelimeleri arasında ma’nâ bakımından bir fark yoktur. Çunki, ne zaman { كُلَّمَا اَضَاءَ } ‘her ne zaman ışık verirse sözünden tekrar anlaşılırsa, bundan, { وَاذَا اظلم عليهم عليهم قاموا }/ ‘şimşek yok olup karanlık yapınca da dikilip kalırlar’ kelâmından da tekrâr lâzım gelir. Zîrâ iş, şimşeğinışık vermesi ile karanlık yapması arasında dönüp dolaşmaktadır. Bu (biri) bulununca, şu (diğeri) bulunmaz. Bu yüzden, birinin varlığının tekrarlanmasından diğerinin yokluğunun tekrarı lâzım gelir.

Üstelik Nahivcilerden bir kısmı { اِذَا } /’nın da { كُلَّمَا }  gibi ‘tekrâr’ bildirdiği görüşündedir. Bu, şairin şu sözü gibidir: { اِذَا وَجَدْتُ… }‘Aşk eteşini eğer (veya ne zaman) ciğerimde bulursam, / Topluluğun sulaması tarafına yönelirim serinlenmeğe.’ Çünki bunun ma’nâsı, { كُلَّمَا } her ne zaman demektir.

Usûlcülerin ve Fakîhlerin { كُلَّمَا }’daki sözünü ettikleri tekrar, sadece, { كُلَّمَا } lafzının vaz’ından/tekrar ma’nâsı için îcâd edilmesinden değil, umûmundan/genelliğinden gelmiştir.’ (Ebû Hayyâ’ın Sözü Bitti.)

Nakle ters oluşu, önceki nakiller sebebiyledir. Akılla bilinene zıd oluşu da şundandır: Nahivciler açıkça şöyle demektedirler:  Bu ve benzeri âyetlerde { كُلَّمَا } zarfiyyet üzere mensûbdur. Nasbedeni de ma’nen cevâb olan şeydir. { مَا } masdarla alâkalı bir harf, veya “vakit” ma’nâsına nekre bir isimdir. Ondan sonraki cümle de, “sıle” veya “sıfet”tir ve kendinde şart ma’nâsından bulunduğu için “şart” yapıldı. Bu şart yapılan “sıle” kendinden sonrasının nekre takdîr edilmesinden dolayı bedeli bir umûm ifâde eder. Tekrarın ma’nâsı da bundan başkası değildir. O hâlde vaz’ bakımından nasıl tekrâr ifâde etmez?!..

{ اِذَا } ve sâir şart edatlarının da tekrâr ifâde ettiğini söylemek ise doğru değildir. Eğer ondan tekrar ma’nâsı anlaşılırsa bu hâricî karinelerledir. { اِضَائَةْ }/“ışıklandırma”nın {اِظْلَامْ }’ı /“karanlık yapma”yı gerektireceğine dâir i’tirâzı ise murâd ettikleri kinâyeli ma’nâyı hesaba katmamaktır….”[14] (Şihâbdan Nakil Bitti.)

 İmâm Kevserî de -başka bir mevzû’ münâsebetiyle- { اِذَا }  için şöyle diyor:

{ اِذَا } /(İzâ) Lâfzında umûm’a/genele delâlet yoktur. Aksine o, şart ma’nâsında kullanıldığında Mantıkçılara göre{ اِنْ }  “eğer gibi muhmellik edatlarındandır. Hattâ{ اِذَا }  şart ma’nâsında kullanıldığında, Kûfelilere göre onda zarf (zaman) ma’nâsı kalmaz. Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh işte bu görüştedir. Basralılar da aksi görüştedirler.” [15] (Kevserî’den Nakil Son Buldu.) 

Yani, { اِذَا } kelimesi umûm (genellik) ma’nâsı vermez. Aksine, Kadıyye-i Mühmele lafızlarındandır ki bu kadıyye, Küllîlik ve Cüzîlikten boş bırakılan kadıyye demek olub Cüz’iyye kuvvetindedir. Hâsılı, Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh’ye göre { اِذَا } şart, yani eğer ma’nâsında kullanılırsa, onda zarf yanizaman ma’nâsı hiç bulunmaz. Nitekim bu husûs Mantık ve Fıkıh bilgisi olanlarca bilinen bir şeydir.

Sözün özü, beyt’deki { اِذَا } burada zarf ma’nâsında kullanılmış olmayıp şart ma’nâsındadır; buna göre ma’nâ şöyledir:

‘Murîdim doğuda ve batıda bulunursa, (bazen) ben ona yardım ederim.’ (Yani Rabbimin bana lütfettiği kerâmet yoluyla ben kimi zaman ona yardımda bulunurum.…) Yoksa ma’nâ, Murîdim her ne zaman doğuda ve batıda bulunursa, ben ona mutlaka her zaman yardım ederim demek, değildir.

Bir âyetin tefsîri ve bir hadîsin îzâhı esnasında sarf edilen bu ilmî açıklamaların, esâsen bu beyti, tekfîr kahramanlarından kurtarmak maksadıyla yapılmadığı, aksine başka münâsebetlerle yapıldığı muhakkaktır; ama burayı da tastamam açığa çıkardığı, yeterli aklı olan insâf sâhiblerince inkâr edilmez bir hakîkattir.

Netîce

İşte size tam on pencere… Görebilen gözleri olanlar, ufku ve âlemi olanca açıklığıyla kaplayan bu çıplak hakîkati de elbette rahatça görebileceklerdir… Gönül gözü kör olanlar ise varsın görmesinler; Sünnet kervânının önde gidenlerinden olan tasavvuf ehli ne yapsın?…

Hâsılı, bir velî, bazen uzaktakilere Allah celle celâlühû’nun dilemesi, müsâade etmesi ve muktedir kılması ile kerâmet yoluyla yardım edebilir. Bu, Kur’ân’ın ve Sünnet’in açıkça gösterdiği kerâmetin hak olduğuna inanan Ehl-i Sünnet ulemâsının ölçülerine tıpatıp uyan bir hakîkattir; bunu inkâr edenlere zoraki te’vîlleri sebebiyle kâfir denilemese bile onlar -azından- câhil sapıklardır. Bu sapıklığı bir de Allah’ın âyetiyle tervîc etmek ise en hafifinden Allah’a iftirâ etmek zâlimliğidir…

وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا كُلَّمَا ذَكَرَهُ الذَّاكِرُونَ وَ غَفَلَ عَنْ ذِكْرِهِ الْغَافِلُونَ وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَين


[1]     Abdülaziz Bayındır, Kur’ân Işığında Tarikatçılığa Bakış (26-27)

[2]     Neml:38,39,40

[3]     [Ahmed İbnü Hanbel (5/278,278,278,284,284), Müslim (2889), Ebü Dâvûd (4252), Tirmîzi (2176,2229), İbnü Mâce (3952), Dârimî (215,2755),İbnu Hibbân (7238) Sevbân radıyellâhu anhu’dan.

[4]     Hâkim el-Mustedrek, Abdullah İbnü Abbas radıyallahu anhumâ’dan. Hâkim, bu isnâd içün Bu, Buhârî ve Müslim’in şartına göre sahîh bir isnâddır dedi ve İmâm Zehebî, Muhtasar’ında O’nu tasdîk etti. (2/346)

[5]     İbnu Cerîr, Câmiu’l-Beyân (16/41-49, H:19042-19083)

[6]     Ed-Dürrü’l-Mensûr (4/520-523)

Şu rivâyet münâsebetiyle, bilir bilmez bir şekilde Mevlânâ Hâlid kuddîse sirruhû efendimizin birilerince karalanmasına, gelecek makâlede cevâb verilecektir.

[7]     Ebû Nüaym, Delâilü’n-Nübüvveh (H:526,527,528) [Lafız O’nundur], Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvveh (2/346), el-Lâlikâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Êhli’s-Sünneh ve’l-Cemâat-Kerâmâtü Evliâillâh (9/127-128), İbnu KesîrLâlikâî’nin isnâdının ‘ceyyid ve hasen’ olduğunu ve değişik isnâdlarının birbirini kuvvetlendirdiğini söyledi (el-Bidâye:7/131-132) [Lâlikâî dipnotu], İbnu Hacer de el-İsâbe’de (2/3) bu haberin isnâdının hasen olduğunu söyledi. Haberi, ayrıca, Hatîb ve İbnü Merdûye de rivâyet ettiler. (En-Nibrâs:482),

[8]     Kehf:9                

[9]     [Tefsîr-i Kebîr, (yeni baskı, Abdurrahmân Muhammed, Mısır) (21/891], Abdü’l-Hakîm Şeref, min Akâid-i Ehli’s-Sünneh (50), Münazzamatü’d-Da’veti’l-İslâmiyye, Lahor-Pâkistân.

[10]    Perdelerin açılıp ardlarındakilerin görünüp bilinmeleri.

[11]    [İbnu Teymiyye, Kitâbu’t-Tasavvuf (298)], D. Es’ad Şahmerânî, et-Tesavvuf (155)

[12]    “Hepsi” ve “bir kısmı” ma’nâlarından boş bırakılmışlık.

[13]    Konevî, Hâşiye-i Beydâvî:1, İkinci kısım:72

[14]    Şihâb, İnâyetü’l-Kâdî:1/407

[15]    İmâm Kevserî, en-Nüketü’t-Tarîfe:87

Guraba Mecmuası – Hüseyin Avni Kansızoğlu hocaefendi

PAYLAŞ