Şeytanın Kalbe Giriş Yolları

   İhya sahibi İmam Gazali Hazretleri meseleyi çok güzel izah ediyor.

   Kalbin misali, bir kalenin misaline benzer. Şeytan, kaleye girmek isteyen bir düşmandır. Onu kuşatıp sahip olmak ister. Kaleyi düşmandan korumak ancak kapılarını, giriş noktalarını ve kalede açılan delikleri korumak ve oralarda nöbet beklemek sûretiyle mümkündür. Kalenin kapılarını bilmeyen bir kimse, o kapıların nöbetçiliğini yapamaz. Bu bakımdan kalbi, şeytanın vesveselerinden korumak farzdır. Hem de her mükellef kulun üzerine farz-ı ayındır. İnsanın, sayesinde farza yetiştiği şey de farzdır. Şeytanı defetmeye insanoğlu ancak onun giriş noktalarını bilmekle muktedir olabilir. Bu bakımdan onun giriş noktalarının bilinmesi farzdır. Şeytanın giriş noktaları ve kapıları kulun sıfatlarıdır. Bu sıfatlar pek çoktur. Fakat biz kocaman yollar ve geçitler mesabesinde olan büyük yollarına işaret edeceğiz. O yollar ki binlerce askerin yürümesiyle dahi daralmaz. Bu bakımdan şeytanın büyük kapılarından biri gazap (öfke) ve şehvettir. Çünkü öfke, aklın kandırıcısı ve helâk edicisidir. Ne zaman aklın askeri zayıflarsa, şeytanın askeri hücuma geçer ve ne zaman insan öfkelenirse, şeytan onunla oynar, tıpkı çocukların topla oynadığı gibi…

Rivayet ediliyor ki İblis, Hz. Musa’ya (a.s) rastladı ve ona şöyle dedi: ‘Ya Musa! Sen o kimsesin ki Allah Teala seni peygamberliğine seçmiş ve seninle konuşmuştur. Ben de Allah’ın bir mahlukuyum. Günah işledim ve tevbe etmek istiyorum. Bu bakımdan rabbimin yanında bana şefaatçi ol ki rabbim tevbemi kabul etsin’. Musa (a.s) ‘Olur’ dedi, sonra dağa çıkıp rabbi ile konuştuğu zaman oradan inmek istedi. O vakit Allah Teâlâ,
Musa’ya ‘Ya Musa! Emanetini yerine getirdim. O halde git kendisine söyle, tevbesinin kabul olunması için gitsin Âdem’in mezarına (tâzim) secdesinde bulunsun’. Bundan sonra Musa (a.s), İblis’e rastladı ve kendisine dedi ki: Ya İblis! Senin dileğin kabul edildi. Tevbenin kabul edilmesi için, Âdem’in kabrine secde etmekle emrolundun’. Bu söz üzerine İblis öfkelenip böbürlendi ve dedi ki: ‘Âdem hayatta iken ben ona (tâzim) secdesi yapmadım. Kaldı ki şimdi ölüdür. Şimdi ben ona secde mi yapacağım?’ Sonra dedi ki: Ya Musa! Sen rabbinin yanında benim için şefaatte bulunduğundan dolayı senin bende bir hakkın vardır. O halde (o hakkı ödemek için sana şunları tavsiye ediyorum):

Beni üç şeyin yanında hatırla! Böyle yaptığın takdirde o üç şeyde seni helâk etmeyeceğim:

1.Öfkelendiğin zaman öfkenin benden geldiğini hatırla.Çünkü o anda benim ruhum senin kalbinde, gözüm senin gözündedir ve ben sende, kanın dolaştığı yerlerde dolaşmaktayım. Öfkelendiğin zaman beni hatırla! Çünkü insanoğlu öfkelendiği
zaman ben onun burnuna üflerim, o âdeta ne yapacağını bilmez bir şaşkına döner.

2.Düşmanla karşı karşıya geldiğin zaman beni hatırla! Çünkü ben o anda âdemoğluna gelir, ona zevcesini, çocuğunu hatırlatırım. O arkasını düşmana çevirip kaçıncaya kadar, yakasını bırakmam.

3.Sakın mahremin olmayan bir kadının yanında oturma!Çünkü ben o kadının sana gönderilmiş elçisi olurum! Senin de ona gönderilmiş elçin olurum. Seni onunla ve onu da seninle fıtnelendirinceye kadar elçilik vazifeme devam ederim.

Şeytan bu sözüyle şehvet, öfke ve harisliğe işaret etti. Çünkü düşmandan kaçmak dünyaya haris olmaktan ileri gelir. Şeytanın, Hz. Âdem’in ölüsüne secde etmekten kaçınması ise haseddir ve hased de şeytanın giriş noktalarının en büyüklerindendir.

 

   Şeytanın büyük kapılarından biri de hased ve hırstır. Bu bakımdan kul ne zaman herşeye karşı haris ise, harisliği onu şeylerin ayıbını görmekten kör ve duymaktan da sağır eder. Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bir şeyi sevmen, seni hem kör eder, hem sağır! (Onun ayıbını görmekten seni kör, kusurunu dinlemekten de sağır yapar).55

Basiret nûru ile şeytanın giriş noktaları bilinir. Ne zaman hased ve hırs basireti örterse, artık insanoğlu şeytanın giriş noktalarını görmez olur. O zaman şeytan fırsatı elde eder ve haris bir kimseye şehvete götüren her şeyi güzel gösterir, hatta şehvete götüren şey münker ve fahiş olsa dahi…

Rivayet ediliyor ki Hz. Nuh (a.s) gemiye bindiği zaman, her canlıdan bir çifti gemiye aldı. Nitekim böyle yapmasını Allah kendisine emretmişti. Bu esnada gemide tanımadığı bir ihtiyar gördü. Nuh (a.s) bu ihtiyara ‘Seni buraya getiren nedir?’ diye sordu. İhtiyar ‘Ben buraya senin arkadaşlarının kalplerine vesvese vermek için girdim, ta ki onların kalpleri benimle, bedenleri seninle olsun!’ dedi. Bunun üzerine Nuh (a.s) ona ‘Ey Allah’ın düşmanı! Gemiden çık! Çünkü sen Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış bir mel’unsun’ dedi. Bunun üzerine İblis, Hz. Nuh’a dedi ki: ‘Beş şey vardır, onlar vasıtasıyla insanları helâk ederim. Onlardan üç tanesini sana haber vereceğim. İki tanesini ise bildirmeyeceğim’. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Nuh’a vahy göndererek ‘Sana söyleyeceği o üç şeye ihtiyacın yoktur. Bu bakımdan onları değil de söylemek istemediği o iki şeyi haber versin’ dedi. Hz. Nuh (a.s) İblis’e şöyle sordu: ‘Söylemek istemediğin o iki şey nedir?’ İblis ‘O iki şey sayesinde beni yalanlamazlar, bana muhalefet etmezler, onlar vasıtasıyla halkı helâk ederim. Onlardan biri hased, diğeri de hırstır! Hasedden ötürü lânetlendim ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş bir şeytan oldum. Hırsa gelince, o da Adem’e (a.s) bir ağaç hariç, bütün cennet mübah kılındı. Ben ihtiyacımı, hırstan ötürü Âdem’den koparabildim’ dedi.

   Şeytanın büyük kapılarından biri de her ne kadar helâl ve saf ise de doyasıya yemektir. Çünkü doymak, şehveti takviye eder. Şehvetler ise şeytanın silahlarıdır. Zira rivayet ediliyor ki İblis, Yahya b. Zekeriyya’ya göründü. Yahya (a.s) şeytanın üzerinde çengellerin takılı olduğunu gördü.

-Ey İblis! Şu çengeller nedir?

-Bunlar şehvetlerdir! Onlarla Ademoğlu’nu avlarım!

-Acaba bunlarda bana ait birşey de var mı?

-Sen bazen doyuyorsun! Biz bu takdirde senin namaz kılmanı ve zikir yapmanı ağırlaştırıyoruz.

-Acaba bundan başka bir şeyim var mı?

-Hayır!

-Yeminim olsun ki artık ebediyyen karnımı yemekle doyurmayacağım.

-O halde benim de yeminim olsun ki, bundan böyle hiçbir müslümana nasihatta bulunmayacağım.

Çok yemekte altı tane kötü haslet vardır:

1.Allah korkusunu kalpten çıkarır.

2.Halka karşı merhameti kalpten söker. Çünkü tok bir kimse herkesin tok olduğunu zanneder.

3.İbadetleri ağırlaştırır.

4.Tok bir kimse hikmetli bir konuşmayı dinlediği zaman o konuşmanın kalbinde bir incelik meydana getirdiğini hissetmez.

5.Tok bir kimse, vaazda bulunur ve hikmetli konuşursa onun konuşması halkın kalbine tesir etmez.

6.Tokluk, kişide çeşitli hastalıklar doğurur ve hastalıklarını artırır,

   Şeytanın kapılarından biri de ev eşyası, elbise, evin süsü ve fazla konforu sevmektir. Çünkü şeytan, bu süsün insanoğlunun kalbinde galip olduğunu görünce o kalpte yumurtlar, civcivler çıkarır ve böylece daimî bir şekilde insanı evi tamir etmeye davet eder. Evin tavanını ve duvarlarını süslemeye, odalar ve salonları genişletmeye teşvik eder. Elbisenin ve bineklerin süsüne davet eder ve bu hususta Ömrü boyunca onu kendisine hizmetçi yapar. Onu bir defacık buraya soktuğu zaman ikinci bir defa uğraşmasına gerek kalmaz. Çünkü bu şeylerin bazısı insanoğlunu diğerine çekip sürükler ve götürür. Böylece insanoğlunu bir şeyden diğer bir şeye -eceli gelip ölünceye kadar- bu dünya sevgisi sürükler götürür. İnsanoğlu, şeytanın yolunda ve hevâ-i nefsinin arkasındadır ve bu gidişatından ötürü imansız gitmesinden korkulur. Böyle bir gidişattan Allah’a sığınırız!

   Şeytanın büyük kapılarından biri de halkın elindekine göz dikmek ve tamahkârlık yapmaktır. Çünkü bu tamahkârlık kalbe galip geldi mi, şeytan, malına göz diktiği kimseye karşı tasannu yapmasını ve süslü püslü görünmesini, riya ve hilelerin çeşitlerine bürünerek yağcılık yapmasını kendisine süslü gösterir. Hatta insanın tamah ettiği şey sanki onun ilahı olur! Böylece şeytan daimî bir şekilde o şeyi insana sevdirmenin yollarını araştırıp durur ve bu hedefe varmak için her çareye başvurur. En azından insanoğlu malına göz diktiği bir kimsede olmayan sıfatlarla o kimseyi över, ona karşı emr-i bi’l-ma’rûfu (iyiliği em-retmeyi) ve nehy-i an’il-münker’i, (kötülüğü yasaklamayı) terket-mek sûretiyle yağcılık yapar.

Saffan b. Selim rivayet ediyor ki: İblis, Abdullah b. Hanzele’ye göründü ve kendisine şöyle dedi:

– Ey Hanzele’nin oğlu! Benden sana öğreteceğim birşeyi ezberle.

-Senden gelen birşeye ihtiyacım yok!

-Benden öğreneceğin şeye bir bak, eğer hayır ise tut, şer ise reddedip at! Ey Hanzele’nin oğlu! Allah’tan başka hiç kimseden rağbet ederek isteme ve sorma, öfkelendiğin zamanda durumunun nasıl olduğuna dikkat et! Çünkü öfkelendiğin zaman
senin gemin benim elime geçer’.

Onun büyük kapılarından birisi de acele etmek ve işlerde tahkik yapmayı bırakmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Acele şeytandandır. Yavaşça ve teenni ile hareket etmek Allah’tandır.56

Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur:

İnsan aceleci yaratıldı. (Enbiya/37)

İnsan pek acelecidir.(İsra/11)

Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur’an oku-mada acele etme!(Tâhâ/114)

Aceleciliğin, şeytanın büyük kapılarından olmasının sebebi şudur: Amellerin, görme ve marifetten sonra yapılması daha uygundur. Görmek ise, düşünmeye ve zamana muhtaçtır. Acelecilik ise, insanı bundan mahrum eder. Acelecilik anında şeytân -insanoğlunun bilmediği şekilde- şerrini insanoğlunun kalbine zerk eder.

   Şeytanın büyük kapılarından biri de dirhem ve dinar (para) ile menkul, gayr-i menkul servetlerin diğer sınıflarıdır. Zira insanın ihtiyacından fazla olan her servet şeytanın istikrar bulduğu yerdir. Çünkü beraberinde gıdası ve nafakası bulunan bir kimsenin kalbi, üzüntülerden uzaktır. Eğer bu kişi, mesela bir yolda yüz dinar bulsa, kalbinde o şehvet kabarır. Bu şehvetlerin herbiri, başka dinarlara muhtaç olur. Dolayısıyla elde ettiği yüz dinar ona kâfi gelmez. Çünkü dokuz yüz dinara daha muhtaçtır. Oysa yüz dinarı bulmadan önce zengindi. Şimdi ise, bulduğu yüz dinarla zengin olduğunu zannetti. Oysa onunla beraber dokuz yüz dinara daha muhtaç oldu ki onunla tamir edeceği bir evi, cariyesi, ev eşyaları olsun, güzel elbiseler satın alsın. Bütün bunlar ise, kendisine uygun düşen başka şeyleri ister. Bu istekler ise sonsuza doğru gider! Böylece kişi bir uçuruma yuvarlanır ki onun sonucu cehennem derinliğidir ve cehennemden başka onun sonucu yoktur!

 

   Rivayet ediliyor ki Hz. İsâ birgün bir taşı yastık edindi. İblis onun yanından geçerek şöyle dedi: ‘Ey İsa! Sen dünyaya rağbet mi ettin?’ Bu söz üzerine Hz.İsâ (a.s) taşı aldı ve İblis’e fırlatarak şöyle dedi: İşte bu, dünya ile beraber senin olsun!’

Hakîkaten bir taş alıp uyku sırasında onu yastık yerine kullanan bir kimse şeytanın eline kendisini kandırmak için bir koz vermiştir. Çünkü mesela geceleyin namaza kalkan bir kimse, yastık edinecek bir taş yakınında bulunduğu zaman, o taş onu uykuya ve kendisini yastık yapmaya davet eder. Eğer böyle bir taş olmazsa, uyku onun kalbine gelmez ve uykuya bir isteği de olmaz. İşte bir taş böyle ise, acaba yumuşacık yastıklar, yayılı yataklar, güzel tenezzühler edinenin hâli ne olacaktır? Böyle bir kimse Allah’ın ibâdetine ne zaman dalacaktır?

Şeytanın büyük kapılarından biri de cimrilik ve fakirlikten korkmaktır. Zira insanı infak etmekten ve sadaka vermekten, ancak cimrilik ve fakirliğin korkusu meneder. İnsanı azık edinmeye, mal biriktirmeye ve elem verici azaba davet eden cimriliktir. İstifçiler için Kur’an’ın buyurduğu gibi, va’dedilen de budur.

Hayseme b. Abdurrahman57 der ki: Şeytan şöyle dedi:

Eğer Âdemoğlu beni bir defa mağlup ederse de, kesinlikle üç şeyde beni mağlup edemez:

1.Ona malı, hakkı olmayan yerden edinmeyi emrettiğim,

2.Malı, hakkı olmayan yere infak etmesini emrettiğim ve,

3.Malı, hakkından menetmeyi emrettiğim zaman. Yani almasına müstehak olmadığı bir yerden almayı, müstehak olmayan bir kimseye infakı ve müstehak olan bir kimseden menetmeyi kendisine emrettiğim zaman, bana muhalefet etmez.

Süfyan es-Sevrî der ki: -‘Şeytanın, fakirlik korkusu kadar keskin bir silahı yoktur. Ne zaman onun bu vesvesesi kabul edilirse, bâtıla başlar, hakkı meneder, hevâ-i nefisle konuşur ve rabbi hakkında kötü zanlara kapılır!’

Cimriliğin âfetlerinden biri de mal toplamak için pazarlardan ayrılmamaya heves etmektir. Oysa pazarlar, şeytanların yuvalarıdır, daimî olarak şeytanlar orada merkez kurarlar. Oradan ayrılmayan bir kimse aldatılabilir. Nitekim Ebu Umâme Hz. Peygamber’in (s.a) şöyle buyurduğunu nakleder:

İblis yeryüzüne indiği zaman şöyle dedi:

-Ya rabbî! Beni yeryüzüne gönderdin ve beni rahmetinden uzaklaştırdın. O halde bana bir ev ver.

-Senin evin hamamlardır.

-Yarab! Bana bir meclis ver!

-Senin meclisin çarşılar, pazarlar ve yol kavşaklarıdır.

-Yarab! Bana bir yemek ver.

-Senin yemeğin, üzerine Allah’ın ismi anılmayan yemektir.

-Yarab! Bana bir içki ver!

-Senin içkin, aklı gideren her türlü şeydir.

-Yarab! Bana bir müezzin ver!

-Senin müezzinin ‘mizmar’ denilen çalgı aletleridir.

-Yarab! Bana bir Kur’an ver!

-Senin Kur’an’ın şiirdir.

-Yarab! Bana bir kitap ver!

-Senin kitabın derilere yapılan dövmelerdir.

-Yarab! Bana bir hadîs ver!

-Senin hadîsin yalandır.

-Yarab! Bana avlanma aletleri (tuzaklar) ver.

– Senin avlanma aletlerin (tuzakların) kadınlardır!58

Şeytanın büyük kapılarından biri de mezhepler, hevâ-i nefisler için gösterilen taassub ve hasımlara karşı kin gütmek, onlara istihza ve istihkâr gözüyle bakmaktır. Bu hareketler, hem âbid, hem de fâsık kimseleri felâkete götüren hareketlerdir! Zira halkı ayıplamak, onların eksikliklerini zikretmekle meşgul olmak, tabiatta yaratılmış yırtıcı sıfatlardan bir sıfattır. Ne zaman şeytan, insanoğluna bunun hak olduğunu hayâl ettirirse ve bu da insanoğlunun tabiatına uygun ise, bunun tadı insanoğlunun kalbine galip gelir. İnsanoğlu bütün himmetiyle bununla meşgul olur, bununla sevinir, övünür: Böylece din hakkında gayret sarfettiğini sanır. Oysa şeytanların arkasına takılıp gitmektedir! Onlardan birisini görürsün ki Hz. Ebubekir (r.a) için ifrat derecede taassub gösterir, onu sever görünür. Oysa haram yer, gereksiz sözlerle ve yalanla dilini meşgul eder, fesâdın her çeşidini işler. Eğer Hz. Ebubekir kendisini görseydi, onun baş düşmanı olurdu. Zira Ebubekir Sıddîk’ı seven; onun yolunda giden, onun yaşantısına uyan, onun ağzından çıkanı hıfzeden bir kimsedir. Ebubekir Sıddîk’ın (r.a) sîretinden biri, fuzulî işler hakkında konuşmak için, ağzına taş koymasıydı. Acaba fuzulî konuşan bu insan Hz. Ebubekir’i sevdiğini ve onun ahlâkıyla ahlâklandığını nasıl iddia edebilir?

Başka bir fuzulî şey daha görüyoruz ki, Hz. Ali’nin (r.a) taassubunu güdüyor. Oysa Hz. Ali zühd ve takvası gereği halife olduğu zaman, üç dirheme satın aldığı ve yenlerini bileklerine kadar kestiği bir elbise giymişti. Onu sevdiğini iddia eden bu fâsık ise, ipekli elbiseler giymekte, haramdan kazandığı mallarla süslenmektedir. Buna rağmen Hz. Ali’yi sevdiğini iddia etmektedir Oysa kıyamet gününde onun ilk hasmı Hz. Ali olacaktır. Keşke bilseydim, bir insanın aziz ve gözünün nûru olan evlâdını, hayatı olan yavrusunu alıp döven, parçalayan, saçlarını çeken ve makasla etlerini doğrayan bir kimse, bununla beraber nasıl o yavrunun babasını sevdiğini ve onun arkasından gittiğini iddia edebilir? Bu câni insanın, bu babanın yanında durumu acaba nasıl olur? Herkesin malûmudur ki din ve şeriat, Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman, Ali (Radıyallahu anhum) ve diğer sahabe nezdinde onların evlatlarından, hatta öz nefislerinden daha sevimlidir. Şer’an günah sayılan şeylere pervasızca dalanlar ise dini yırtıp paramparça edenlerdir. Şehvetlerin makaslarıyla parçalayanlardır. Böyle yaptıklarından dolayı Allah’ın düşmanı ve velîlerinin düşmanı iblis’e yaklaşıyor ve onun sevgisini kazanıyorlar. Acaba bu kimselerin kıyamet gününde sahabenin ve Allah’ın velî kullarının nezdinde hallerinin ne olacağını ve nasıl karşılanacaklarını tahmin edebilir misin? Hayır! Eğer perde kalksaydı ve bu kimseler, ashabın Ümmet-i Muhammed’den kimleri sevdiklerini bilseydiler, muhakkak o sahabîlerin isimlerini bile bu kötü fiillerinden ötürü ağızlarına almaktan utanacaklardı. Bütün bu hakikatlerden sonra bil ki, şeytan onlara şu hayali vermektedir: Herhangi bir kimse, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i sevdiği halde ölürse, ateş ona yaklaşmaz. Şeytan başka birisine de şu hayali vermektedir: Hz. Ali’yi sevdiği halde ölen bir kimse için, korku sözkonusu değildir. Oysa Hz. Peygamber’i kendisinden bir parça olan kızı Hz. Fâtıma’ya (r.a) şöyle derken görüyoruz:

Ey Fâtıma! Çalış ve amel et! Muhakkak ki ben Allah’ın azabından zerre kadar sana fayda verici değilim.59

Hevâ-i nefisten olarak zikrettiğimiz bir misâldir bu… İmâm Şafiî, İmam Ebu Hanife, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel için taassub gösterenlerin hükmü de böyledir. Diğer imamların müfrit taraftarlarının hükmü de budur. Bu bakımdan herhangi bir kimse müctehid imamlardan birisinin mezhebini takib ettiğini iddia edip o imamın ahlâkıyla ahlâklanmazsa, bu kimsenin kıyamet gününde en büyük hasmı o mezhebin kurucusu olan imamdır. Zira o imam, kıyamet gününde bu sahtekâra der ki:

Benim mezhebim, çalışmak ve amel etmekti. Sadece dil ile söylemek değildi. Dil ile söylemek ise, hezeyan kusmak için değil, aksine amel etmek içindir. Sen amelde ve ahlâkta bana muhalefet ettiğin ve yürüyüp Allah’a vardığın yolundan ibaret olan mezhebimde bana aykırı hareket ettiğin halde neden yalandan benim mezhebimin mensubu olduğunu iddia ettin?

 

Şeytanın kapılarından biri de okumamış avam tabakasını Allah’ın zâtı, sıfatları ve avamın aklının yetmediği konularda onları düşünmeye zorlamasıdır ki onları dinin esasında şek ve şüpheye düşürsün, Allah’ın münezzeh olduğu hayâlleri onların kafalarına yerleştirsin! O hayâller ki insan onlarla kâfir veya bid’atçı olur. Oysa kişinin kalbine girmiş olan şek ve şüpheden dolayı kişi mesrur ve sevinçli olur. Çünkü kişi, kalbine geleni mârifet ve basiret sanmaktadır ve zanneder ki zekâsı ve fazla aklıyla kendisine keşfolunan bir hakikattir. Bu bakımdan insanların hamakat yönünden en şiddetlisi, akıllı olduğuna en fazla inanandır. İnsanların akıl yönünden en doğrusu, nefsini en şiddetli itham edenidir ve âlimler arasında en fazla soru soranlardır. Hz. Âişe Hz. Peygamber’in (s.a) şöyle dediğini nakleder:

Şeytan herhangi birinize gelerek der ki:

-Seni yaratan kimdir?

-Beni yaratan Allah Teâlâ!

-O halde Allah’ı kim yarattı?

Bu bakımdan sizden bir kimse böyle bir vesveseyi hissettiği zaman şöyle desin: ‘Ben Allah’a ve onun Rasûlü’ne iman ettim’. Zira böyle demek ve inanmak, o vesveseyi kişinin kalbinden söküp atar.60

Hz. Peygamber (s.a), bu vesvesenin tedavisi hakkında tedkik yapmayı emretmemiştir. Çünkü âlimler değil, halk tabakası bu vesveseyi kalbinde bulmakta ve hissetmektedir. Oysa halk tabakasının vazifesi; iman edip kayıtsız-şartsız Allah’a ve nizamına teslim olmaktır, ibâdet ve geçimiyle meşgul olup, ilmi âlimlere terketmektir. Halk tabakasından olan bir kimsenin zinâ etmesi ve hırsızlık yapması dahi ilim hakkında konuşup fikir beyan etmesinden daha hayırlıdır! Zira ilmi tam mânâsıyla hazmetmeden Allah ve dini hakkında konuşan bir kimse, bilmediği bir noktadan küfre girmiş olur. Tıpkı yüzmeyi bilmediği halde denize atlayan bir kimse gibi… Şeytanın inançlar ve mezheplerle ilgili hileleri sayılmayacak kadar çoktur. Biz söylediğimizle sadece bir misâli belirtmek istedik.

Şeytanın kötü kapılarından biri de müslümanlar hakkında su-i zanda bulunmaktır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakınınız! Muhakkak ki zannın bir kısmı günahtır!’ (Hucurât/12) buyurmuştur. Bu bakımdan zanna dayanarak başkası hakkında şer ile hükmeden bir kimseyi şeytan, gıybeti yapılan adamın aleyhinde kışkırtmaktadır ki helâk olsun veya herhangi bir müslümanın hak ve hukukunu yerine getirmekte kusur göstersin veya gereken ikramında gevşeklik edip hakaret gözüyle baksın, nefsini ondan daha hayırlı görsün! İşte bütün bunlar insanı helâk eden âmil ve sebeplerdendir ve bunun için de Allah’ın şeriatı müslümanları itham oklarına hedef tutmayı menetmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İtham edileceğiniz yerlerden sakınıp korunun!’61 Hatta Hz. Peygamber (s.a) bizzat böyle yerlerden korunmuştur.

Safiye validemiz şöyle anlatır:. Hz. Peygamber (s.a) mescidde îtikâfta bulunuyordu. Ben Hz. Peygamber’e gittim ve yanında konuştum. Akşam olunca kalktım odama döndüm. Hz. Peygamber de benimle beraber gelerek beni uğurladı. O anda ensardan iki kişi Hz. Peygamber’e selâm vererek yanımızdan geçtiler. Bizden uzaklaşan bu iki kişiyi Hz. Peygamber geri çağırarak kendilerine şöyle dedi: ‘Benim yanımda bulunan kadın zevcem Safiye’dir’. O iki kişi şöyle dediler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz senin hakkında hayırdan başka birşey düşünmemekteyiz’. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Muhakkak ki şeytan, Ademoğlu’nun bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaşıp cevelân etmektedir ve ben şeytanın sizi hakkımda vesveseye düşürmesinden korktum.62.

Bak, Hz. Peygamber (s.a), bu iki kişinin dinleri hakkında nasıl şefkat göstermiş ve dinlerinin ifsad olmasından kendilerini nasıl korumuştur! Yine bak ki Hz. Peygamber, ümmetine ithamdan korunma yolunu göstermek sûretiyle nasıl şefkat göstermiştir ki muttaki ve dindarlığıyla tanınan âlim kişi dahi gevşeklik göstermesin ve demesin ki: ‘Benim gibi âlim kişinin hakkında hayırdan başka birşey düşünülmez’. Böylece nefsine aldanıp mağrur olmasın. Çünkü insanların en muttakîsi ve en bilgini olan bir kimseye dahi bütün insanlar aynı gözle bakmamaktadırlar, bir kısım insanlar rıza, bir kısım insanlar da kem gözle bakmaktadırlar. Nitekim şair der ki:

Rıza gözü her ayıptan kapalıdır, görmez.
Fakat kem göz çürük tarafları araştırıp meydana çıkarır.

Bu nedenle su-i zandan sakınmak, şerir kimselerin ithamından korunmak farzdır. Çünkü şerir kimseler, bütün insanlar hakkında, şerden başkasını düşünmezler. O halde halkın ayıplarını düşünerek su-i zanda bulunan bir insanı gördüğün zaman bil ki bu insan iç âleminde çirkin ve habis bir insandır ve bil ki dışarıya sızan onun içteki habasetidir. O herkesi kendisinde bulunan sıfatla görmektedir. Çünkü mü’min bir kimse insanların mazeretlerini, münâfık bir kimse ise ayıplarını araştırır. Mü’minin kalbi bütün insanlar hakkında temizdir.

İşte buraya kadar saydıklarımız, şeytanın kalbe açılan giriş noktalarının bir kısmıdır. Eğer şeytanın bütün giriş noktalarını belirtmeye kalksam buna gücüm yetmez. Bu söylediklerimiz de başka noktalara dikkati çekmek için yeterlidir. Bu bakımdan Ademoğlunda bulunan her kötü sıfat, şeytanın silâhı ve giriş noktalarından bir noktadır. Eğer “Şeytanı defetmenin ilacı nedir? Acaba burada Allah’ın zikri kâfi midir?

İnsanoğlunun ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ demesi yeterli midir?” diye sorarsan bil ki, bu konuda kalbin ilacı, bütün bu giriş noktalarını, kalbi bu kötü sıfatlardan temizlemek sûretiyle kapatmaktır. Bunun izahı pek uzun sürer. Oysa eserin bu bölümünde bizim hedefimiz öldürücü sıfatların ilacını beyan etmektir. Bu sıfatların herbiri -ileride izah edileceği gibi- müstakil bir esere muhtaçtır.

Evet! Bu sıfatların temelleri kalpten sökülüp atıldıktan sonra şeytan durmaksızın kalbe uğrar ve geçer. Artık orada şeytanın durabilme imkânı sözkonusu değildir. Bu durumda şeytanı oradan geçmekten meneden Allah’ın zikri olur. Çünkü zikrin hakikati ancak kalp, takva ile tamir edildiği ve kötü sıfatlardan temizlendiği takdirde mümkün olabilir, Aksi takdirde zikir, nefsin konuşmasından fazla birşey ifade etmez. Kalpte müsbet olarak herhangi bir tesiri bulunmaz ve böylece şeytanın tasallutuna mâni olamaz! Bunun için de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah’tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman Allah’ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar, doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile…(A’raf/201)

Allah Teâlâ bu durumla, muttaki bir kimseyi tahsis etmiştir. Bu nedenle şeytanın misâli, aç olan ve sana yaklaşmak isteyen bir köpeğin durumuna benzer. Eğer senin önünde ekmek ve et yoksa ona ‘hoşt’ demek sûretiyle köpek geri çekilir, sadece ‘hoşt’ demek onu ürkütür.

Eğer önünde et varsa, o da acıkmış bir durumdaysa, sadece hoşt demekle geri çekilmez ve ete saldırır. Bu bakımdan şeytanın azığından boş olan bir kalpten şeytan sadece zikirle uzaklaşır. Şehvet kalbe galip geldiği zaman, zikrin hakikatini kalbin etrafına kaydırır ve böylece zikir kalbin merkezinde istikrar bulmaz ve şeytan gelip kalbin merkezinde karar kılar. Hevâ-i nefis ve kötü sıfatlardan tertemiz ve boş bulunan muttaki kimselerin kalplerine gelince, şeytan bu kalplere şehvet vardır diye değil de zikirden gafil olduğu için ansızın gelmektedir. Ne zaman bu kalbin sahibi zikre dönüş yaparsa, şeytan geri çekilir. Bunun delili şu ayettir:

Kur’an okumak istediğin zaman, hemen o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!
(Nahl/98)

Zikir hakkında vârid olan diğer ayet ve hadîsler de yukarıdaki ayet gibi bunun delilidirler.

Ebu Hüreyre der ki:) Mü’min bir kimse ile kâfir bir kimsenin şeytanı bir araya geldi. Görüldü ki kâfirin şeytanı semiz, oldukça dolgun ve giyinikti. Mü’minin şeytanı ise zayıf, pejmürde, tozlu topraklı ve çırıl çıplaktı. Kâfirin şeytanı mü’minin şeytanına şöyle sorar: ‘Sen neden böyle zayıfsın?’ Mü’minin şeytanı şöyle cevap verir: ‘Ben öyle bir kişi ile bulunuyorum ki yediği zaman besmele çekiyor, böylece ben aç kalıyorum. İçtiği zaman besmele çekiyor, böylece ben susuz kalıyorum. Giydiği zaman besmele çekiyor, böylece ben çıplak kalıyorum. Saçını sakalını yağladığı zaman besmele çekiyor, böylece benim saçım sakalım pejmürde kalıyor’. Kâfirin şeytanı bunları dinledikten sonra şöyle söyler: Takat ben öyle bir kimse ile beraberim ki bunlardan hiçbirini yapmaz. Ben onun yemesinde, içmesinde ve giyiminde ortağıyımdır’.

Muhammed b. Vâsî hergün sabah namazından sonra şu duayı okurdu:
Ey Allahım! Sen bize ayıbımızı bilen, gerek kendisi, gerekse kabilesi bizim tarafımızdan görülmediği halde bizi gören bir düşmanı musallat kılmışsın. Ey Allahım! Sen o şeytanı rahmetinden ümitsiz, affından nasipsiz kıldığın gibi, onu bizden de ümitsiz kıl. Onunla rahmetinin arasını uzaklaştırdığın gibi bizimle onun arasını da uzaklaştır. Muhakkak sen herşeye kâdirsin!

Râvi der ki: Günün birinde cami yolunda şeytan Muhammed b. Vâsî’ye göründü ve kendisine dedi ki:
-Sen beni tanıyor musun?

-Sen kimsin?

-Ben İblisim!

-Ne istiyorsun ey İblis?

-Benim isteğim, senin hergün sabah namazından sonra okuduğun bu sığınma duasını hiç kimseye öğretmemendir ve ben de bundan böyle sana karışmayacağım.

-Vallahi! Bu istiâze duasını, öğrenmek isteyenden esirgemem.Sen de elinden geleni yap!

Abdurrahman b. Ebi Leylâ’dan şöyle rivayet ediliyor: Bir şeytan Hz. Peygamber’e, elinde ateşten bir köz olduğu halde gelir. Hz. Peygamber namaz kıldığı zaman, o da Hz. Peygamberin önünde dikilir. Bunun üzerine Hz. Peygamber istiâze eder buna rağmen şeytan gitmez. Bunun üzerine Cebrâil (a.s), gelip Hz. Peygamber’e şöyle der:

De ki: ‘Allah’ın kelimelerini ne doğru, ne fâsık ve ne de fâcir bir kimse geçemez, onların hürmetine, yere giren ve yerden çıkan, gökten inen ve göğe yükselen şeylerin şerrinden, gece ve gündüzün fitnesinden, gece ve gündüzde ansızın gelip kapıyı dövenin şerrinden Allah’a sığınıyorum. Ancak hayır ile gelip kapıyı döven müstesnadır. Ya rahman!

Hz. Peygamber bu duayı okudu ve böylece şeytanın elindeki köz söndü ve şeytan da yüz üstü yere serildi.

Hasan Basrî (r.a) der ki: Bana şöyle haber verildi: Cebrâil (a.s), Hz. Peygamber’e geldi ve dedi ki: ‘Cinlerden bir ifrit sana hile yapmak istiyor! Bu bakımdan sen yatağına girdiğin zaman Ayet’el-Kürsî’yi oku!’ 64

Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:

Şeytan bana geldi ve benimle mücadele etti. Bunun üzerine ben onun gırtlağına sarıldım. Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim, onun dilinden akan suyun serinliğini, elimin üzerinde hissetmedikçe gırtlağını bırakmadım. Eğer kadeşim Süleyman’ın duası olmasaydı o, mescidde upuzun bir şekilde sabahlayacaktı!65

Ömer (r.a) bir yola giderse, muhakkak şeytan o yolu değiştirip başka bir yola gider.66
Bunun hikmeti şudur: Ashab-ı kirâmın kalpleri şeytanın mer’asından ve şehvetlerden tertemizdi. Bu bakımdan şeytanın senden uzaklaşmasını, mücerred zikir ile sağlamayı Hz. Ömer’in (r.a) sağladığı gibi sağlamak istersen, bu isteğin muhâldir ve sen âdeta kaba maddelerden mideyi boşaltmadan önce ilaç içmek isteyen bir kimseye benzemiş olursun. Oysa mide, kaba yemeklerle doludur. Buna rağmen midesini boşalttıktan sonra ilacı alıp da fayda gören bir kimse gibi, ilacın kendisine fayda vermesini ümit eder. Zikir ise ilaçtır, devâdır. Takva ise mideyi kaba maddelerden boşaltmak mânâsına gelen ihtima, yani kalbi şehvetlerden boşaltmaktır. Bu bakımdan zikir, temizlenmiş bir kalbe indiği zaman, yemeklerden boşalmış mideye ilacın inmesiyle hastalığın ortadan kalktığı gibi, şeytan ortadan kalkar ve uzaklaşır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır.
(Kaf/37)

O şeytan hakkında şöyle hüküm verilmiştir: Kim onu dost edinirse, ‘muhakkak bu o kimseyi saptırır ve cehennem azabına götürür!(Hac/4)

Ameliyle şeytana yardım eden bir kimse şeytanın yardımcılarından ve dostlarındandır, diliyle Allah’ı zikretse bile… Eğer “Mutlak bir şekilde ‘zikir şaytanı kovar’ diye bir hadîs vârid olmuştur” dersen, bu takdirde şeriatın umumî ahkâmının çoğunun din âlimlerinin naklettikleri birtakım şartlarla ilgili olduğunu anlayamamışsın demektir! Bu bakımdan nefsine bak! Çünkü işitmek, gözle görmek gibi değildir. Düşün! Senin zikrin ve ibadetinin zirvesi namazdır. Namazda olduğun zaman kalbini murâkabe et! Bak şeytan onu nasıl çarşı ve pazarlara çekmektedir. Âlemin hesabına nasıl kaydırmaktadır! İnatçı kimselerin, cevabına nasıl götürmektedir! Hatta sen dünyanın fuzulî meselelerinden unuttuklarını bile namazda hatırlarsın ve şeytan namaza başladığın zaman senin kalbini karıştırıp saldırır.

Bu bakımdan namaz kalplerin mihenk taşıdır. Namazı kılarken kalplerin iyilikleriyle kötülükleri belirir. O halde dünya şehvetleriyle ağzına kadar dolu bulunan kalplerden namaz kabul olunmaz. Şek ve şüphe yok ki şeytan senden uzaklaşmaz. Aksine çoğu zaman vesvesene vesvese katar. Tıpkı mide boşaltılmadan önce alınan ilacın fayda vermemesi, üstelik hastalığın üzerine hastalık getirmesi gibi… Eğer sen şeytandan kurtulmayı istiyorsan takva yoluyla manevî mideyi boşalt. Sonra hemen onun akabinde zikir ilacı ile tedavi ol! Böylece şeytan, Hz. Ömer’den kaçtığı gibi senden kaçacaktır. Bu sırra binaen Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: ‘Allah’tan kork! Gizlide şeytanın dostu olduğun halde, açıkta ona küfretme.’

Âlimlerden biri şöyle demiştir: ‘İyilik yapanı iyiliğiyle tanıdıktan sonra, ona karşı isyan eden şeytanı saldırganlığıyla tanıdıktan sonra o mel’una itâat eden bir kimse ne acaiptir? Böyle bir kimsenin haline şaşmamak mümkün değildir’. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Beni çağırınız, size cevap vereyim. (Mü’min/60)

Oysa sen Allah’ı çağırıyorsun, o sana cevap vermiyor ve Allah’ı andığın halde şeytan senden kaçmıyor. Zira zikrin ve duanın şartları ortada yoktur!

İbrahim b. Edhem’e şöyle denildi: “Neden biz Allah’a dua ediyoruz da Allah bizim duamızı kabul etmiyor. Oysa Allah Teâlâ ‘Beni çağırınız! Sizin duanızı kabul edeyim’ buyurmuştur”. İbrahim b. Edhem cevap olarak ‘Çünkü sizin kalpleriniz ölüdür de ondan’ dedi, ‘Acaba kalplerimizi öldüren nedir?’ diye soruldu. O da şöyle cevap verdi: ‘Kalplerinizi öldüren sekiz haslettir:

1.Siz Allah’ın hakkını biliyorsunuz, fakat yerine getirmiyorsunuz.

2.Kur’an’ı okuyorsunuz, fakat onun emirlerini tatbik etmiyorsunuz.

3.’Biz Hz. Peygamberi seviyoruz’ diyorsunuz, fakat sünnetine göre amel etmiyorsunuz.

4.’Ölümden korkarız’ diyorsunuz, fakat ölüm için hazırlık yapmıyorsunuz.

5.Allah Teâlâ ‘Muhakkak şeytan sizin için düşmandır, Bu bakımdan siz de onu düşman edinin’ (Fatır/6) buyurmuştur. Siz ise günahlar hususunda şeytana uyuyorsunuz.

6.’Biz ateşten korkuyoruz’ diyorsunuz, oysa bedenlerinizi ateşte helâk ediyorsunuz.

7.’Biz cenneti seviyoruz’ diyorsunuz, oysa cennet için hiçbir amelde bulunmuyorsunuz.

8.Yataklarınızdan kalktığınız zaman, ayıplarınızı sırtınızın arkasına atıyorsunuz. Halkın ayıplarını getirip önünüze seriyorsunuz. Böylece rabbinizi gazaba getiriyorsunuz! Acaba durum böyle iken rabbiniz sizin duanızı nasıl kabul edecektir?’

Eğer ‘İnsanoğlunu çeşitli günahlara çağıran şeytan bir midir veya birkaç tane midir?’ dersen, bil ki muamele ilminde bunu bilmeye ihtiyaç yoktur. Bu bakımdan sen düşmanı püskürtme yollarını ara, düşmanın sıfatlarını öğrenmeye çalışma, sebze nereden geliyorsa ye ve sebze tarlasını sorma! Fakat basiret nûruyla haberlerin delillerinde görülen şudur: Şeytanlar donatılmış hazır bir ordudur ve her çeşit günahın özel bir şeytanı vardır. İnsanoğlunu o günaha o davet eder. Basiretin yolunu izah etmek uzun sürer. Bu bakımdan bizim zikrettiğimiz miktar sana kâfidir. Şöyle ki: Müsebbeblerin değişik olması, sebeplerin değişik olmasına delâlet eder. Nitekim biz bunu ateşin ışığı ve dumanın siyahlığı bahsinde zikrettik.

Haberlere gelince, Mücahid şöyle demiştir: İblisin beş tane evladı vardır. Onların her birini bir işe tayin etmiş, o iş onun eline verilmiştir. İsimleri şunlardır:
1.Seber
2.A’ver
3.Mısvet
4.Dasim
5.Zelembur

Seber: O, musibetlerin arkadaşıdır. Musibet ânında azabı çağırmaya, yakaları yırtmaya, yanakları yumruklamaya ve cahiliyet âdetlerinin icrasına insanı teşvik etmektedir.

A’ver: O, zinanın arkadaşıdır. Zinayı emreder ve insana güzel gösterir.

Mısvet: O, yalanın arkadaşıdır.

Dasim: O, insanın yanında ailesini ayıplar, onu ailesine karşı kışkırtır.

Zelembur: O, çarşı ve pazarların arkadaşıdır, oraları idare etmektedir. Ondan dolayıdır ki alışverişle uğraşanlar durmadan zulümden şikayet etmektedirler ve başkalarına zulüm yapmaktadırlar.

Namazın şeytanına Hınzeb denir.67 Abdestin şeytanına Velhan denir ve bu hususta birçok haber vârid olmuştur.68 Şeytanların çokluğu gibi, melekler de çokturlar. Biz Şükür Kitabı’nda meleklerin çokluğunu, sırrını ve her birinin kendisine mahsus bir işte çalıştığını zikrettik. Ebu Umâme el-Bahilî Hz. Peygamber’in (s.a) şöyle dediğini rivayet eder:

Mü’minden, gücü yetmediği musibetleri defetmek için yüzaltmış melek vazifelendirilmiştir. O yüzaltmış melekten yedi tanesi, yazın en hararetli gününde bal çanağının sineklerden korunduğu gibi, gözden musibetleri kovmakla ve gözü korumakla görevlidirler. O melekler insanoğlundan öyle şeyleri uzaklaştırıyorlar ki eğer o uzaklaştırılan şeyler size görünmüş olsaydı, siz insanoğlunu her ovada ve dağda, elini yaydığı, ağzını açtığı halde uzandığını görecektiniz! Eğer insanoğlu göz açıp kapayıncaya kadar kendi nefsine terkedilirse, kesinlikle şeytanlar onu kaparlardı.69

Eyyub b. Yunus b. Zeyd der ki: ‘Bize gelen haberlerde insan ç-cuklarıyla beraber cin çocuklarının doğacakları, sonra onlarla beraber yetişecekleri bildirilmiştir’.
Câbir b. Abdullah şöyle rivayet ediyor: Adem (a.s) yere indirildiği zaman şöyle dedi:

-Ya rabbî! Şu şeytan ki benimle onun arasında düşmanlık koymuşsun, eğer ona karşı bana yardım etmezsen, benim kendisine gücüm yetmez.

-Senden doğup dünyaya gelen her evlâdının korunması için bir melek görevlendirilecektir.

-Ya rabbî! Fazlasını ver!

-Yapılan günahı bir günah olarak yazacağım. Yapılan bir sevaba karşılık, on veya istediğim kadarını yazacağım.

-Ya rabbî! Daha da artır.

-Tevbenin kapısı, ruh bedende oldukça açıktır.

Bunun üzerine İblis dedi ki:

-Ya rabbî! Sen onu benden daha şerefli kıldın, eğer ona karşı bana yardım etmezsen ona gücüm yetmez!

-Ona verdiğim her evlâda karşılık senin de bir evlâdın olacaktır.

-Ya rabbî! Daha fazlasını ver!

-Onların bedeninde kanın damarlarda dolaştığı gibi dolaşacak, göğüslerini yuva edineceksin!

-Ya rabbî! Daha fazlasını ver!

-Hem insanlardan gücün yettiği kimseleri (şehevî çalgılarla)kaydır ve fenalığa götüren süvari ye piyadelerinle üzerlerine yaygara kopar. Mallarına ve (zina yaptırmakla) evlatlarına ortak ol!Onlara (yalan yere) va’dlerde bulun. ‘Fakat şeytan onlara yalnızbir aldanış va’deder’. (îsra/64):

Ebu Derdâ Hz. Peygamberin (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder::

Allah Teâlâ cinleri üç sınıf olarak yarattı. Bir sınıfı yılanlar, akrepler ve yerin haşeratı (sûretindedir)… Başka bir sınıf da esen rüzgâr gibidir. Diğer bir sınıf üzerinde ise ceza ve mükâfat sorumluluğu vardır.

Allah Teâlâ insanları da üç sınıf olarak yarattı: Bir sınıf vardır ki hayvan gibidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yemin olsun ki cin ve insanlardan birçoğunu cehhennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, bu kalplerle gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla nasihat dinlemezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Doğrusu daha sapık ve şaşkındırlar. Gâfil olanlar da işte bunlardır’. (A’raf/179)

Başka bir sınıf vardır ki, görünüşleri insan gibidir, fakat ruhları ise şeytanların ruhlarıdır. Başka bir sınıf vardır ki kıyamet gününde Allah’ın (arşının) gölgesinden başka göl-genin bulunmadığı o günde Allah’ın (arşının) gölgesinde-dirler.70

Vüheyb b. al-Verd der ki: Gelen haberlerde şu vardır: İblis bir ara Hz. Zekeriyya’nın oğlu Hz. Yahya’ya göründü ve dedi ki: “Ben sana nasihat etmek istiyorum!’ Yahya (a.s) ‘Senin nasihatına ihtiyacım yok, fakat Ademoğulları’ndan bana haber ver!’ dedi.

Bunun üzerine İblis şunları söyledi: ‘Ademoğulları bizim nezdimizde üç sınıftır: Onlardan bir sınıf- ki bizim için yenilmesi en çetin olan sınıftır- vardır ki, biz onlardan herhangi birini fitneye düşürmek ve kalbine hâkim olmak için yöneldiğimizde o derhal istiğfar ve tevbe eder. Bu bakımdan ondan elde etmiş olduğumuz herşeyi alt üst eder. Biz tekrar onu şüphelendirmeye uğraşırız. O tekrar tevbeye müracaat eder. Kısaca biz ondan ne ümidimizi keseriz ve ne de ihtiyacımızı koparabiliriz. Bu bakımdan onun elinden zahmet çekmekteyiz. Diğer sınıfa gelince, onlar elimizde, çocukların elindeki top gibidirler. Biz dilediğimiz şekilde onları evirip çeviririz. Nefislerini aldatmak hususunda. onlar bizim vazifelerimizi yapmaktadırlar. Üçüncü sınıfa gelince, onlar senin gibi mâsum kimselerdir. Biz onlardan herhangi birşeyi koparmaya muktedir değiliz’.

Soru: Şeytan nasıl olur da bir kısım insanlara görünür, bir kısmına ise görünmez! Acaba herhangi bir sûrette göründüğü zaman o, şeytanın hakikî sûreti midir, yoksa bir misâl midir ki şeytan onunla temessül ediyor? Eğer şeytan hakikî sûreti üzerinde ise nasıl çeşitli suretlerde görünebilir ve aynı anda iki yerde iki başka sûrette nasıl görünebilir? Öyle ki iki ayrı şahıs onu iki ayrı sûrette görebiliyorlar?

Cevap: Melek ile şeytanın iki sûreti vardır. O da hakikî sûretleridir. Onların sûretlerinin hakikati müşahede ile görünmez. Ancak nübüvvet nûrlarıyla görünebilir. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) Cebrâil’i asıl sûretinde ancak iki defa görmüştür.

Bu görüşme şundan ileri gelmiştir. Hz. Peygamber, Cebrâil’den hakikî sûretinde kendisini göstermesini diledi. Cebrâil de Baki’de (Medine’nin mezarlığı) Peygambere görünmeyi va’detti ve böylece Hira’da ona göründü. Gökleri şarktan garba kadar doldurdu. Diğer bir zaman, Mirac gecesinde sidretü’l-müntehâ’nın yanında Hz. Peygamber, Cebrâil’i hakikî sûretinde gördü. Çoğu zaman peygamber onu Ademoğlu sûretinde görüyordu.71 Bazen Dıhyetu’l-Kelbî’nin sûretinde onu görmekteydi. Çünkü Dıhyetu’l-Kelbî güzel yüzlü bir zattı.

Melekler genellikle mükâşefe ehlinden erbâb-ı kulûbe sûretinin misâliyle görünür. Şeytan, uyanıklık halinde mükâşefe ehline temessül eder ve mükâşefe ehli onu gözüyle görür, kulağıyla konuşmasını dinler. Bu da onun hakikî sûretinin yerine geçer. Nitekim uyku âleminde sâlihlerin çoğuna göründüğü gibi… Uyanık iken keşfe mazhar olan zat o kimsedir ki dünya ile duyularının meşguliyeti uyku âleminde olan keşiften onu menetmeyecek bir dereceye varmıştır. Bu bakımdan başkasının ancak uyku âleminde gördüğünü o uyanıklık halinde görür.

Ömer b. Abdülaziz’den şöyle rivayet ediliyor: Adamın birisi, Allah Teâlâ’dan, şeytanın, ademoğlunun kalbindeki yerini kendisine göstermesini istedi. Bunun üzerine uyku âleminde bir insanın cesedini gördü; billûr gibiydi, içi dışından görünüyordu. Şeytanı bir kurbağa sûretinde insanoğlunun sol omuzu üzerinde, omuzu ile kulağı arasında oturduğunu ve ince bir hortumu olduğunu, o hortumu sol omuzdan insanoğlunun kalbine salıverdiğini ve böylece vesveseler yaptığını gördü ve yine gördü ki insanoğlu Allah’ı andığı zaman bu şeytan gerisin geriye kaçıyor.

İşte böyle bir müşahede bazen uyanıklık halinde gözle de olur. Keşif ehlinden bazısı, şeytanı bir leşe konmuş ve insanları o leşe çağıran bir köpek sûretinde görmüştür! Şeytanın önündeki leş dünyanın misâlidir. İşte bu, şeytanın hakikî sûretinin müşahedesi yerine geçer. Zira kalbin, melekût âlemine açılan yönünden şeytanın hakikî sûretinin görünmesi muhakkak lâzımdır. Bu durumda mülk ve şehâdet âlemine açılan yönünde onun eseri doğup meydana gelir. Çünkü biri diğeriyle bitişik ve irtibatlıdır. Biz daha önce kalbin iki yönlü olduğunu, o yönlerden birinin gayb âlemine açıldığını ve gayb âlemine açılan bu yönün ilhâm ve giriş noktası olduğunu ve diğer bir yönünün de şehâdet(dünya) âlemine açıldığını beyan ettik. Bu bakımdan şehâdet âlemine açılan yönde beliren şekil ancak şeytanın hayalî bir sûreti olabilir. Çünkü şehâdet âleminin tamamı hayallerden ibarettir. Ancak hayal, bazen şehâdet âleminin zâhirine bakmaktan his ile hasıl olur.

Bu bakımdan sûretin mânâya uygun olmaması mümkün ve caizdir. Çünkü insan, bazen güzel sûretli bir şahsı görür. Oysa o şahsın iç âlemi habis ve sırrı kabihtir. Çünkü şehâdet âlemi fazlasıyla karışıktır. Kalp sırlarının bâtınları üzerine melekût âleminin pırıltılarından hayalde oluşan şeyler ise, onlar ancak sıfatı hi-kâye etmekte ve sıfata uygun düşmektedirler. Çünkü melekût âlemindeki sûret, sıfata tâbi ve ona uygundur. Şüphe yok ki kabih mânâ ancak kabih bir sûrette görünür. Bu bakımdan şeytan, köpek, kurbağa, domuz ve benzeri hayvanlar sûretinde görünür. Melek ise güzel sûrette görünür. O halde görünen sûret, mânâların ünvanı ve onların doğru bir yansımasıdır. Bu sırra binaen maymun ve domuz, rüyada görüldükleri zaman kötü bir insana delâlet ederler. Koyun ise, halim ve selîm insana delâlet eder. Böylece rüya ve tabirin bütün kapılarının hükmü bu şekilde yorumlanır. Bunlar acaip sırlardır. Kalbin acaipliklerinin sırlarındandır. Onları belirtmek muamele ilmine uygun düşmez, ancak burada belirtilen miktardan gaye, senin kesinlikle şeytanın erbâb-ı kulûbe göründüğünü tasdik etmen içindir. Melek de böyle bazen temsil ve mukayese yoluyla görünür. Nitekim uykuda olduğu gibi… Bazen de hakîkat yoluyla olur. Çoğu zaman mânâyı hikâye eden sûret ile temsil o mânânın misâlidir. Onun aynısı değildir. Ancak o mânâ gözle muhakkak görülür. Onun görün-mesi de ancak keşif ehline mahsustur. Keşif ehlinin etrafında uyuyan kimse gibi olanlara değil!

54) Buhârî, Müslim
55) Ebu Dâvud
56) Tirmizî
57) Ebu Sire Yezid b. Mâlik Cafi’nin oğludur. Babası ve dedesi sahabedendi. İbn Main ve Nesâî’ye göre güvenilir bir kimsedir. Çok cömert olduğu söylenmiştir. Hicrî 80 senesinden sonra vefat etmiştir
58) Taberânî, el-Kebir, (cidden zayıf hır isnadla)
59) Buhârî, Müslim
60) Buhârî, Müslim, İmam Ahmed, Bezzar, Ebu Yâ’lâ
61)İmam Irâkî hadisin aslına rastlamadığını kaydetmektedir
62) Buhârî, Müslim
63)İbn Ebî Dünya {mürsel olarak)
64)İbn Ebî Dünya, {mürsel olarak
65)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak)
66)Buhârî, Müslim
67)Müslim
68)Tirmizî
69)İbn Ebt Dünya, Taberânî
70)ibn Ebî Dünya, İbn Hibban
71)Buhârî, Müslim

İMAM-I GAZALİ – İHYA-İ ULUMİDDİN

PAYLAŞ