Ahmet Şimşirgil’den mühim yazı: Bizden olanlar!

Osmanlıda ve hatta tarihimizde, devlet idaresinde “bizden olan” diye bir anlayış yoktu. Ehil olanlar işbaşına getirilirdi. Bunlar, ilgili kişilerle istişare ederler, karar alırlar ve eksiksiz uygulamaya çalışırlardı. 

İşbaşında olanların gaflete düştüm, hata ettim diye bir bahaneleri olamazdı. Onlardan tedbirlerini tam almaları ve hizmetlerini layıkıyla yürütmeleri istenirdi. Bir yere beylerbeyi, kadı vs. görevliler tayin etmekten maksat, güvenliğin ve halkın mutluluğunun sağlanması olduğundan, hiçbir görevlinin halka zulmetmesine, hukuka ve kanuna aykırı iş yapmasına izin verilmezdi. 

Öyle ki gönderilen hükümlerde vazifelerini yapmayanların, işlerinde gevşeklik gösterenlerin görevlerinden alınacakları ve ağır cezalara çarptırılacakları defaatle belirtilir aksi hâlde hiçbir özrün kabul edilmeyeceği vurgulanırdı. 

Dolayısıyla görevliler bilirlerdi ki, başarısızlığın veya ihmalkârlığın mutlaka bir bedeli vardı. Bu bedel devlete ihanet, savaşta hatalı hareket, gaflet ve işleri savsaklama noktasına varırsa çoğu kez idam olurdu. 

Ne zaman ki meşruti idareler ve cumhuriyetle birlikte partiler devreye girdi. Bizden olan deyimi de siyasi tarihimizdeki yerini aldı. 

Yanlışı diğer parti veya fırka mensubu yapıyorsa o hain diye yaftalanıyor fakat bizim parti ve fırka mensubu (hepsi için bu böyledir) denilen kendi adamları yaparsa koruma ve aklama yarışı devreye giriyordu. 

Neticede bu zihniyet her türlü ahlaksızlığa kapı aralamaya başladı. İşini, vazifesini menfaati uğruna kötüye kullananlara yol açtı. Hatta devlete ihanet edenlere dahi koruma kalkanı oldu. 

Bu zihniyeti ilk defa tarihimize mal edenler ittihatçı kadrolardı. Gözlerini kapayarak, İttihat ve Terakki fırkasına ölümüne bağlı olacaklarını dikte ederek girerken bir anlamda gönüllerini de köreltiyorlardı. Artık onlar için din, iman, vatan kaygısı sözde ve görünüşte idi. Asılda ise parti ve menfaat endişesi vardı. Parti tüzüğünü kimlerin belirlediğini, partiye kimlerin hükmettiğini, partinin başındaki kişileri kimlerin yönlendirdiğini hiç düşünmüyorlardı. 

Tek dertleri padişah olup onu yıkmaktı. Sloganlarını dahi Osmanlının can düşmanları belirliyordu. “Yaşasın hürriyet, eşitlik, müsavat; kahrolsun istibdat” naralarının kendi dinine, vatanına ve milletine ölüm, düşmanlarına ise kölelik yolunun anahtarı olduğundan gafildiler.

Bugün hâlâ Meral Akşener’in bu sloganı terennüm etmesi manidar olup tarihten hiç ibret almadığının ve hatta tarihi anlamadığının ispatıdır. 

İttihatçıların tesirinde kalan ve onların safında yer tutan Mehmet Akif ve Said Nursi gibi, “İslam’ı hâkim kılacağız” diye ortalığı velveleye verenler de halifeliğin ne manaya geldiğini çoktan unutmuşlardı. 18-20 yaşına gelen, daha dünyayı tanımadan aşkla şevkle padişaha kafa tutmayı marifet sanıyordu. “Şunu yaparsak memleket kurtulur”, diye ahkâm kesiyordu. Hür, bağımsız, güçlü ve dünyadaki bütün Müslümanların hamisi olan muazzam devletlerini kimden kurtaracaklarını hiç mi hiç tefekkür etmiyorlardı. İstiklalini yok edip Batı’ya ram edeceklerinin farkında değillerdi. 

İbrahim Temo ve İshak Sükûti gibilerin hazırladığı reçeteden vatan millet namına nasıl bir deva bekliyorlardı acaba? Bugün adına Deva Partisi deyip kime deva ve şifa olacaklarının farkına varmadıkları gibi…

Meclisi dahi feshettiler! 

II. Abdülhamid Han’dan iktidarı ele alıp dokuz sene içinde milyonlarca kilometrekarelik vatan toprağını gaflet ve dalaletle düşmana kaptıranlara artık sual dahi sorulamayacaktı. Çünkü onlar bizim adamlardı! Zira dinin, vatanın, millete hizmetin yerini parti ve partiye hizmet almıştı. 

Hatta bırakın hesap sormayı tarihe adını kahraman dahi yazdıracaklardı. Enver, Talat, Cemal ülkeyi bırakıp kaçarken sadece partiyi ve menfaatlerini düşünüyorlardı. Sonrasında ise bunlar Türk milliyetçisi gençlere, “iyi niyetli vatanperver adamlar” diye yutturularak neredeyse put gibi sevdirileceklerdi. 

Öyle ya ne de olsa partilerinin adamları idiler. Ne yapsalar yakışırdı. Bir şiir kitabı veya üç beş yaldızlı söz ile kahraman olurlardı. 

Osmanlı zihniyeti ile İttihat ve Terakki Fırkasındaki farkı en iyi ortaya koyan hadise sadrazam İbrahim Hakkı Paşa olayıdır. 

Hakkı Paşa, İtalyanların Trablusgarb’a çıkarma yapmasından üç gün önce mecliste yaptığı konuşmada Türk-İtalyan ilişkilerinin dostça bir seyir takip ettiğini ifade ederek İtalyanların Trablusgarb’a saldırmak gibi bir düşüncelerinin olmadığını beyan etmişti. 

Üç gün sonra savaş başladığı haberinin alınması karşısında Hakkı Paşa, acı gerçeği şöyle ifade ederek istifa edecektir: 

“Eskiden bizim durumumuza düşenin kafası vurulurdu”. 

Hakkı Paşa böyle söylese de İttihatçı kadrolar kendisini korumak için her çareye başvuracaklardı. Trablusgarp mebusları, Sadık ve Mehmet Naci Beyler, uygulanan yanlış politikalardan dolayı Hakkı Paşa kabinesi hakkında bir önerge verdiklerinde onu kurtarabilmek adına meclisi dahi feshettiler (18 Ocak 1912). 

Böylece İttihat ve Terakki Fırkası siyaseten istediğini elde etmişti. Hakkı Paşa fevkalade diplomatik bir görevle alelacele Londra’ya gönderildi. Bir müddet sonra da Berlin Büyükelçisi yapılarak Divan-ı Âlî’ye sevk edilmekten kurtarıldı. Böylece İttihatçılar müthiş bir zafere imza atarak(!) Hakkı Paşa’yı yargılanmaktan kurtarmışlardı. Trablusgarp İtalyanlara gitmiş ne önemi vardı! Sonra bu “bizim adam” zihniyeti hastalık hâlini aldı. Dinde, tarihte, siyasette hep karşımıza çıkar oldu. 

Doğruları dile getireni, tenkit edeni linç eder oldular. Bir Fransız akademi üyesi, II. Abdülhamid Han’a “kızıl sultan” dediği için her yerde her konuşmada lanetlenecekti. Buna karşılık padişahı “hayvan, domuz, baykuş, şeytandan daha melun ve kızıl kâfir” diye vasfeden Mehmed Akif ise her vesile ile göklere çıkarılacaktı. Onun bu yönü hiç dile getirilmeyecekti. Zira bizim adamdı! 

Bir İngiliz başvekil Kur’ân-ı kerimi yerlere attığı için telin edilecekti. Buna karşılık Kur’ân-ı kerimi hem de mescidde yere çarpan FETÖ gözyaşları ile dinlenecekti. O sorgulanamazdı. Birileri için o, bizim adamdı! 

Bir siyasi lider mason cemiyetine üye olsa ortalık yıkılırdı. Buna karşılık 33. Dereceden mason ve İngiliz ajanı olduğu tescillenen Cemaleddin Afgani ve Abduh parlak nutuklarla övülecekti. Çünkü bizim adamdı! İşin vahameti bunlar din adına ahkâm kesmekteydi.

Kimi ve neyi koruyacağız!

Bir dönem Yeni Şafak’ta mezhepsizliği ile milleti ifsat eden din adamı kılıklı birisi, ancak “Adem’den de önce ademler vardı” deyince ve daha ne zırvalar yiyince milletin tepkisi ile gözden düşecekti. Fakat birkaç kişi dışında kendisine kimse reddiye yapmayacaktı. Birilerinin bizim adamıydı çünkü… 

Bir Hollandalı, Kur’ân-ı kerim, Allah kelamı değil dese ortalığı yıkacak olanlar, bunu İlahiyat Fakültesinde tefsir profesörü olan birinden dinleyince dilini yutmuşlardı. Etkili birkaç kişinin yoğun reddiyesi ve bir iki ilahiyatçının cılız sesinden başka konuşanın çıkmaması çok manidardı. Zira o birilerinin bizim adamı idi. Korunması gerekirdi. Milletin yerinde tepkisi gençlerimizi daha da ifsat olmaktan kurtardı. 

“Kur’ân-ı kerimin muhkem ayetlerini aklımıza uyarsa kabul eder, uymazsa reddederiz veya aklımıza uygun hâle getiririz” diyen Din İşleri Yüksek Kurulu (DİYK) üyesini gördü bu millet. Daha ne hezeyanları vardı. Fakat din adına sabah akşam ahkâm kesen birileri hemen koruma kalkanlarını onun üzerine örttüler. Kendisine reddiye yapanlara “Siz yanlış anlıyorsunuz” diye Bremen Mızıkacıları gibi koro hâlinde bağırdılar. Sözün sahibi susuyordu. Bir anlamda hâl diliyle, “evet ben öyle demiştim” diyordu. “Yanlış anlaşıldım maksadım o değildi” falan demiyordu. Fakat gönüllü avukatları tenkit edeni linç etme yarışına çoktan girmişlerdi. Çünkü onlar için bizim adam kimliğini taşıyordu. 

İlahiyatların kurulduğu günden beri bir kısım profesörlerin uğraş alanı kabir azabı ve onu reddetmek idi. Nitekim anlı şanlı bir ilahiyat profesörü de “Kabir azabından bahsetmeyin! Kamera koyarlar, melekler görünmez” diyerek akıllara zarar açıklamalar yaptı. Yine bir reddiye yoktu. 

Bu profesör acaba insanların canını almaya gelen melek hakkında ne düşünüyordu? 

Zira onu da kamera ile göstermesi imkânsızdı! İnsanın sağ ve sol omuzundaki hafaza meleklerini de inkâr etmekte miydi? 

Elbette bizim adamlık hastalığı onu da konuşmaktan ve tenkit etmekten alıkoyuyordu. Batılı bizi müthiş bir hastalığa düçar etmişti. “Bizim adam” şırıngasını damardan tam vurmuştu. Artık kendilerinin yorulmasına ihtiyaç yoktu. Parlatılan ve şişirilen bizim adamlar onların yapamadıklarını fazlasıyla ifa ediyorlardı. Bakalım bu oyun daha ne kadar sürecek ve millet gafletten ne zaman uyanacaktır? 

    Sözü doğru diyene, Kulil Hak dedi Çalap
    Bugün yalan söyleyen, yarın utanasıdır. 

    Bizden olanları koruma kollama değil, hakkı koruma kollama derdinde olmalıyız.

    TEFEKKÜR
    Arif isen etme bu fani cihana itibar
    Görmedi kimse vefasın olmadı hiç payidar

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
30.12.2022
Türkiye Gazetesi

PAYLAŞ