Mezhepsizlere ve Mezhepsizliğe REDDİYE – Mezhepsizlik Dinsizliğe Götürür

MEZHEPSİZLİK DİNSİZLİĞE NASIL GÖTÜRÜR?
   Kovulmuş Şeytan’ın şerrinden Allah(c.c.)’a sığınırım. Rahman ve Rahim Olan Allah(c.c.)’ın Adı ile…

   Allâh-u Te’âlâ’ ya hamd, Habibi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’ e, sünnet ve cemaat îtikadının ilk mümessilleri olan âl-i ashaba salat-u selam olsun.
Ehline malum olduğu üzere El- Kevseri hazretleri Makâlât’ında bu başlığı taşıyan bir makale kaleme almıştır. Bu konu daha sonraları, bu hezeyana düşenlerin sayısının da artmasıyla, oldukça konuşulur olmuştur. Burada musannif hazretlerinin mezhepsizlik ve dinsizlikten kastettiği manaları incelemek gerektiği açıktır.

   El-Kevseri (rh.a.)’ in mezhepsizlikten kastettiği mana hem hiçbir mezhebi tanımama hem de mezheplerin hükümlerinden derleme bir mezhep oluşturma olarak anlaşılabilir. Zira bunların arasında söyleniş olarak fark olsa da aslında iki durumda birbirine tıpa tıp uymaktadır. Yani dememiz o dur ki, usullerin hiçbirini tanımamakla, derleme usüller oluşturmak aslında usulsüzlüktür, dolayısıyla iki durum da metotsuzluk bakımından aynıdır.

   Bu metotsuzluğun sonucu ortaya çıkan dinsizlik kavramı ise bir ateistlik olgusu olmayıp aslı itibariyle dinler arasında fark gözetmemeye eş değerdir. Musannifin zikrettiği bu sözü, bu şekilde anlayıp bizler de mezhepsizlik kavramının nasıl dinsizliğe götürdüğünü irdeliyelim. Ama bundan önce mezhep kavramını kavramaya ve sapık görüşlerin bu konudaki tutumlarına biraz değinelim.

   Bütün peygamberlerin getirdikleri dinlerin inanç sistemleri aynı olmasıyla beraber şeriatlarında bazı farklılıklar vardır. Bu duruma benzer bir şekilde mezhepler arasında da ayrı ayrı hükümler vardır ve bu durum oldukça normaldir ve meşrudur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmet (vesîlesi) dir” buyuruyorlar. Böylece Efendimiz (s.a.v.)’in getirdiği şeriat, müçtehid imamların ihtilaflarıyla hadis-i şerifteki rahmet boyutuna ulaşmıştır. Ayrıca Efendimiz (s.a.v.):
    “Benim şeriatım üç yüz altmış yol üzere gelmiştir. Bir kişi bu yollardan birine girecek olsa kurtulur.” buyurmaktadır. Böylece önceleri mezheplerin sayısı çok olmasına rağmen tâbîleri azalarak nihayetinde 4 mezhep oluşmuş ve bu yollar insanlığa her daim istikamet üzere yol aldırarak Yüce Mevla’nın rızasına ulaştırmıştır. Ayrıca mezheplerin oluşumundan önce Efendimiz (s.a.v.)’in ihtilafı haber vermesi ve mezheplerin daha sonra oluşumu da gören gözler için apaçık bir mucizedir.

   Mezhep, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, dinî bir hüküm koymanın, içtihadda bulunup fetvâ vermenin naslara dayanan bir kuralı ve sistemidir. Dolayısıyla yenilikçi kafaların burada kaçırdığı nokta müctehidin ictihâdının, ‘ben bu âyeti veya hadîsi, şu şu ayetler veya hadîsler veya şu şu dil incelikleri istikâmetinde şöyle anlıyorum; şu âyet, şu hadîs, şu ma’nâları ifâde eder; şu ma’nâya gelmez; hakkında nass bulunmayan şu mes’eleyi, illet beraberliği sebebiyle, hakkında nass bulunan şu mes’eleye benzetiyor, hükmünü şu âyetin, yâhud şu hadîsin hükmü altında görüyorum; şu mes’elenin hakkında şöyle bir icmâ’ vardır; şu âyet veya şu hadîsin derinliklerinde şu ma’nâlar da mevcûddur’ şeklinde olduğudur(Hüseyin Avni Hoca, Guraba Mecmuası); yani bugün bir takım acınası hallerde bulunan ve kendilerini dev aynasında görüp aslında aynadaki yansımanın bile 1435 yıllık bilgi birikimiyle oluştuğunu gözden kaçıran beyinsizlerin yaptığı gibi hevaya göre yorum yapmak yani metotsuz ve kuralsız hüküm vermek olmadığıdır.

   Ne yazık ki ne oldum delisi olan bu tür alimcikler, münafıkların ve kafirlerin ekmeğine yağ sürmeğe devam etmektedirler. Ayrıca bu alimcik tiplemesiyle karşımıza çıkan zır cahiller, kendilerini hiçbir boy aynasına da sığdıramamakta ve asırlardır gelen bilgi birikimimizi hiçe sayarak imamlarımıza laf atmaktadır. Halbuki kendilerini müçtehid olarak gören bu safsata uzmanları, bırakın hafızlığı, laptopsuz kaldığında konuşacak bir şey bile bulamamaktadırlar. Her şeye bir tık kadar yakın olan bu aşağılık karakterliler, bu imkanlara rağmen (örnek aldığı sözde üstadları da dahil olmak üzere) bir usül kitabı yazmayı bırakın, imamların içtihadlarına laf atarak, adeta şahsiyetli ulemamızın kırıntılarıyla beslenmektedirler. Kendilerine zaten böyle bir şeyi yakıştırarak ilim yaptığını zannetmeleri, aslında karakterlerinin ne kadar da çok esfeli safiline benzediğini ortaya koymaktadır.

   Asırladır tüm İslam âleminde kitapları okutulan, fetvâları kabul gören ve müslümanların daima baştâcı ettiği mezheb imamları başta olmak üzere, pek çok hakîki İslâm âliminin aleyhinde fütursuzca konuşurlar. Ama Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi, daha dünkü ve tartışmalı isimlerden övgüyle söz ederler. 
Nerelerde dolaştığını bilmeyen bu çakal takımını uyarmak için Ali Eren Hocamızın guraba mecmuasında buyurduğu üzere, Efendimiz (s.a.v.):
   “İnsanların hayırlısı benim asrım (da yaşamış bulunanlar) dır.”

   “Halkın hayırlısı benim asrım(da yaşamış bulunanlar)dır. Sonra onları takiben gelen, daha sonra onların peşinde olanlardır.” hadis-i şeriflerini buyurarak aslında bu karakter yoksunlarının ne derece yanlış bir yol üzerinde olduğunu asırlar öncesinden ortaya koymuştur. Ya Muhammed (s.a.v.) sen olmasaydın biz ne yapardık!

   Hepimizin de bildiği gibi gece içinde gündüz olmayacağı gibi cahillikle dine bağlılık da bir arada bulunamaz. O zaman vicdan sahipleri kendileri cevaplasınlar:

   Hep beraber bilmekteyiz ki sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin döneminde, ilim daha üstün ve dine bağlılık daha fazlaydı. Dolayısıyla en hayırlı asır bizzat bu asırlardı. Zaten bu asırları hayırlı yapan asrın kendisi değil asrın içinde yaşayan nadide büyüklerimizdi. O zaman burada iki türlü düşünmek zorundayız. Ya tövbe haşa Efendimiz (s.a.v) bu asırların üstünlüğünü söyleyerek bizi kandırdı ya da bu, nadide alimlerimize çatan beyinsizler Efendimiz (s.a.v.)’ in sözlerine itiraz etmektedirler. Hepimizin aklına gelen cevap şüphesiz bellidir. Allah (c.c.) istikameti kaybetmiş olanlara tez hidayetler nasip etsin!

   Hepimizin bildiği gibi edille-i şeriyyemiz; Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas-ı fukaha olmak üzere dörttür. Bu reformist tayfanın bilinçli ve bilinçsiz (bilinçli yaptıkları durumunu düşünmek bile istemiyoruz) edille-i şeriyyemize saldırarak hizmetlerini yaptığı, nihai amaçlarına ulaşmak isteyen gizli çevrelerin, aslında işin bu boyutunun yani, mezhepsizliğin müslümanları dinsizliğe götüreceğinin farkında olmaları da biz Müslümanların değerlerimizle ne kadar ilişkili olduğumuzu göstermesi bakımından iyi bir turnusol kağıdı olmuştur. Mevzu bahis durumun onlar farkında ama biz dünyalık telaşeler peşinde, az bir pahaya dinimizi satmaktayız. Rabbimiz (c.c.) hepimize tez uyanmayı nasip eylesin.

   Değerli müslümanlar, bu çevrelerin edille-i şeriyyemizi yıkıp dolayısıyla mezhepleri atıl duruma getirmek istediğini ve nihai amacın dinsizlik olduğunu dile getirdik. Fakat bu işleyiş nasıldır ve ne şekilde aşamalanmıştır? Dilerseniz bu sorunun cevabını da Ebubekir Sifil Hocamızın Beyan Dergisi’nde bu konuyla ilgili çıkan ve bizim de yararlandığımız makalesini taban alarak açıklayalım.

   Bu çevreler sırayla ve planlı olarak edille-i şeriyyemize saldırmışlardır. Buna göre bu yol belli bir amaca hizmet etmektedir. İslami sacayaklarını sırasıyla çürütmeye dayanan bu çalışma nihai amacına da az da olsa ulaşmıştır. Kıyas hakkında ileri geri konuşan bu çevreler, kıyasın içini boşaltmaya çalışmışlardır. Genel bir kıyas metodunun varlığındansa istedikleri şekilde, nasların tek tek ele alınmasını gereğini vurgulamışlardır. Halbuki yukarıda da dile getirdiğimiz gibi müçtehidler bu konulara, bir bütünden (ayetler hadisler ışığında) bir metod çıkartarak bakmışlardır. Biz burada konunun derinliklerine girmekten kaçınacağız. Bu şekilde bu çevreler dinimizin sacayaklarından birini yıkmaya çalışmışlardır.
İkinci olarak da bu hain çevreler gözlerini icma kavramına dikmişlerdir. İcma, Sahabe’nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış ve fer’î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. İlgili çevreler aslında icma’ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmanın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle bir şeyin kabul edilemeyeceği gibi safsatalarla bu sacayağına da saldırmışlardır. Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen “ümmet” kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler. Bu sayede “insanlık dini” kavramını, “tüm insanlar kardeştir yalanlarını” istedikleri gibi yutturmaya çalıştılar.

   Üçüncü aşamada sünnet olgusunu yıkmaya veya güvenleri sarsarak hadisler üzerinde şüphe oluşturmaya böylece zihinlerdeki algıları bozmaya çalıştılar. Çünkü mezhep imamlarının içtihadlarının büyük bir kısmı bittabi şeriatı getiren Hz.Muhammed Mustafa(s.a.v.)’ nın sünnetine dayanmaktadır. Bugünkü bilimsel (sözde) ve rasyonalist beyinlerine yatmadığı gerekçesiyle hadisleri çelişik diye yaftaladılar, bilimle bağdaşmıyor diye mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri uydurma olarak nitelendirdiler. Halbuki gözden kaçırdıkları nokta, bu kendini bilimsel zanneden beyinsiz takımı daha 40 sene öncesine kadar uzaya çıkılacağı söylense inanmaz geçerlerdi. Bu kafaya göre, şu an dünya çok ileri olduğu için tövbe haşa Efendimiz (s.a.v.)’in sünneti geri kalmış bir pozisyonda olsa gerek. İşte metot kabul etmedikleri daha doğrusu metotsuz oldukları için meseleleri bütün yönleriyle ele almadan “Kur’an’a aykırı hadis olmaz!” diye mütevatir dahi olsa hadisleri anlamadan sahihliğinin söz konusu olamayacağını dillendirdiler. Aslında 4’üncü aşamanın yani Kur’an aşamasının belkemiği de sünnettir. Zira, siz, bir ilahi kitap düşünün, bu kitabı getiren Peygamber (s.a.v.)’ den daha iyi bu kitabı kim tefsir edebilir, kim en iyi yaşayabilir, kim en iyi açıklayabilir?

   İşte değerli Müslümanlar! Sünnet olgusunu da yıktıklarından, nihai amaç olan Kur’an’ın anlaşılmasında istedikleri gibi at koşturabileceklerdi. Nitekim bu düşünme özürlüler, yahudi-hristiyanı cennete mi sokmadılar, Kur’an açıktır herkes hüküm çıkarabilir mi demediler, Allah (c.c.) ‘ın kitabına aracısız ulaşalım mı demediler, fikir hürriyeti kavramınımı ortaya atmadılar? Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı. Oysa Kur’an’ın doğru anlaşılması ve tefsiri için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır. Nitekim, Kur’an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din! Din’de Mezheb’in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir.

   Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah (c.c.)’ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir. Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir “kör gidiş”i ifade etmektedir.
İşte sevgili Müslümanlar merhale merhale, durumun mezheplerden buraya yani dinsizliğe getirildiği çok net bir şekilde anlaşılmıştır. Zira bunu anlamamak için art niyetli olmak gerekir. İşte merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî  hazretlerinin bu sözünün nasılda haklı olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Allah(c.c.) bize tekrardan O’nun gibi alimler yetiştirmeyi nasip etsin. Selametle.

PAYLAŞ