Türkçe'de yeni kelime hortlatma sapıklığı

   Uydurma kelimeleri “Boykot” adlı eserine Necip Fazıl’ın “RUHSAL, PARASAL, SOYUT, BOYUT, YAŞAM, EGİLİM, YA BUNLAR TÜRKÇE DEGİL, YAHUD BEN TÜRK DEGİLİML OYSA HALİS TÜRK BENİM, BUNLAR, İŞGALCİLERİM ALLAH TÜRK’E ACISIN, YALNIZ BUNU DİLERİM!..” dizleri ile başlayan Üstad Kadir Mısıroğlu, Türkçenin katledilmesini ayrıntıları ile anlatıyor. Kitaptan sizler için bir bölüm alıntıladık. İstifade etmek isteyenler Sebil Yayınevine müracaat edebilirler. Şiddetle tavsiye ediyoruz:

KELiME HORTLATMA SAPIKLIGI

   Daha önce de bir nebze temas etmiş olduğumuz üzere, her yeni bir görüş getirdiğini söyleyen kadro, zuhfıruna haklı bir esbab-ı mfıcibe için tarihi sermaye olarak kullanılır.
   Onu dolduran vak’aları kendine temel ittihaz eylediği birtakım prensiplerle yeniden muhakeme ederek, ortaya değişik birtakım kıyınet hükümleri çıkarmaya çalışır. Tarihin
bu tarzda tahlili “Tarih Felsefesi”nin mevzuunu teşkil eder ki, hiçbir içtimai doktrin bu yola gitmekten kendini müstağni addedemez.
   Türkiye ‘de de cumhuriyetten sonra böyle olmuş ve milli tarihimiz o güne kadar alışılagelmiş kıyınet hükümlerini değiştirmek için “İnkılab Cereyanı”nın kabul ettiği prensiplerle yeni bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bilindiği üzere adına “Kemalist İnkılabları” dediğimiz bu inkılabların farik vasfı bütün bir cemiyeti ladinileştirmek daha emin bir tabide söylemek gerekirse- İslam ‘ ın tesir sahası dışına çıkarmaktır. Bu esas gayenin makbul (! .. ) ve makul (! .. ) olduğunu isbat zımnında tarihimiz yeniden ele alınmış ve pek tabii olarak islami değerlendirmelere ters düşen birtakım neticelere varılmıştır. Bu hareketin en tabii neticesi, umumi Türk tarihinin asgari bin yılını teşkil eden “islami devre”nin zifiri bir karanlık halinde tasviriyle buna hiçbir ehemmiyet atfetmeyerek İslam’ dan evvelki devrenin başarılarının mü balağa edilmesi olmuştur. Bu umumi telakkiden lisan da müteessir kılınmış, inkılab hareketleri içinde eski ve zengin bir dil olan Türkçe’ınizin de İslam Medeniyeti sayesinde kazandığı inceliklerden soyularak kadim şekline irca edilmesi cereyanı başlamıştır. Bu hal Dünya ‘da mevcud milletlerden hiçbirinin başına gelmemiştir. İslam’ dan evvelki devrelerde mevcud olup da artık fosilleşmiş bulunan birtakım kelimelerin hortlatılarak İslam Kültürü’nün malı olan mukaabillerinin yerine ikaame edilmek istenmesi, bir nev ‘i milliyetçilik( ! . . ) adına gerçekleştirilmek istenmektedir. Ancak bu hal, hareketin ilme mugayeretini hertaraf etmez. Bu harekette sadece, milliyetçilik kelimesinin husule getirdiği psikolojik tesirden istifade edilmek istenmiştir. Halbuki lisan da, bütün içtimal müesseseler gibi tabir bir tekamüle tabidir. Yeni ihtiyaçlar, birtakım yeni kelimelerin ve irade şekillerinin doğuşuna amil olduğu gibi, dinamik olan hayat, bazı kelimeleri de -tabir caizse- bir nev ‘i “lisani mevta ” halinde getirir. Bazı inkılabcılar ve onların İslam’ dan nefret ifade eden sakim zihniyetieri bu ilmi gerçeği kaale almadan, kadim Türkçe’ deki artık nice zamandan beri ölmüş bulunan sayısız kelimeyi hortlatma yoluna dökülmüştür. Mesela “Acun, tin, us, ıs ” gibi kelime ler Türkçe’ınizde bir zamanlar kullanılmış ve bunlar yerlerini “Dünya, ruh, akıl ve sahib ” kelimelerine terketmişlerdir.
   Bu gibi kelimelerin bazıları Yunus Emre gibi İslam Medeniyeti ‘ne girişimizin ilk asırlarında yaşamış kimselerin eserlerinde yer almış bulunsalar da, gerçek böyledir. Bunlar, artık ölü kelimelerdir. Ancak dikkat edilecek olursa, kolaylıkla tespit edilir ki, bu gibi hortlatılmaya çalışılan kelimeler vasıtasıyla lisandan tard edilmek istenen mukaabillerinin
hepsi de, Arapça asıllı yani İslam Kültürü’nün mahsulü olan kelimelerdir. Dağdaki çobana kadar herkesin bildiği bu gibi hayat dolu kelimeleri, ortadan kaldırmaya çalışarak onların yerine henüz tahsilli insanların bile bilmesine imkan olmayan ölü Türkçe ( ! . .) mukaabillerini ikaame etmek gayreti de, Arapça daha doğrusu İslam düşmanlığının
bir tezahürüdür.
   Türkçe’ınizin asırlarca İslam Kültürü ile yoğrularak kazandığı zengin muhtevayı reddederek onu ladini bir üsluba tabi kılmak arzularının gerçekleşmesi istikaametindeki
hareketlerden biri de kadim Moğolca’ dan kelime almaktır. Filhakika Kemalist İnkılablar çerçevesi içinde bu hareketi rnantıksız bulmak mümkün değildir. Zira tarihen bilindiği üzere Moğollar İslam Dünyası’nı birkaç defa çiğnemiş ve İslam Medeniyeti ‘nin sükutunda büyük ölçüde rol oynamışlardır.
   Bu bakımdan İslam’ a aleyhtar bir cereyanın Moğollar ‘ a muhabbet duymasından daha tabii bir şey olamaz. Cengiz ve Hulagô’nun İslam Tarihi’ndeki mezalimi dillere destandır. Cengiz’in Türkistan’ı işgal ve istila edişinde mübarek mabediere atıyla girdiği, Hulagô ‘nun ise -bilhassa- Bağdat’ta İslam alimlerinin göz nuru bir kısım eserleri kerpiç gibi kullanarak kendisine saray yaptırıp içinde oturduğu, diğer bir kısmını ise yakarak küllerini Fırat Nehri ‘ne döktürdüğü, bu sebeple mezkur n ehrin günlerce simsiyah aktığı tarihin acı şehadetlerindendir. Bu yüzdendirki, meşhur bir şairimiz:
“Tahammül mülkümü yıktın,
H ülagô Han mısın kafir! . . “
diyerek zulüm ve teaddide Hulagô ‘nun darb-ı mesel haline gelen şöhretini terennüm etmiştir.
Bütün Dünya’ca Moğollar ‘ın Türklük’le alakası bulunmadığı söz götürmez bir gerçektir. Bunlar sarı ırktandırlar. Ancak azlık olmalarına rağmen bir devirde fevkal’ade muharib kaabiliyeti gösterdiklerinden önlerine büyük Türk kitlelerini katıp Batı ‘ya doğru sürüklemişler ve onlardan –çok kere- asker olarak istifade etmişlerdir. Kurmuş oldukları devletlerin bir müddet sonra -hanedan dışındaki kısmıyla türkleşmesi bunların Türk zannedilmelerine amil olmuştur.
   Fakat Kemalist İnkılabın tarih telakkisinde İslam ‘ dan evvelki Türk tarihinin vak’ a ve şahsiyetlerini mü batağalandırmak mantığı cari olduğundan “Moğol Tarihi” baş tacı edilmiş ve bunların Türklükleri ( ! ..) Dünya ilim alemini güldürecek bir mantıksızlıkla iddia edilmiştir. Bu telakkİnin moda haline getirilmesinden sonradır ki, Türk çocuklarına İslam Tarihi ‘nde sadece nefret ifade eden “Cengiz”
ve “Hulagô” gibi isimler takılmaya başlanmıştır. Fakat bu cereyanın en talihsiz tecellisi Moğollar’ ın Türk sanılmasından ziyade Moğolca’nın da Türkçe kabul edilişiyle lisanımızda hayat dolu nice kelimenin terkedilerek bunların yerine kadim Moğolca’ dan kelime ikaame etme hususundaki resmi gayret olmuştur.
   Gerçekten bugün menşe’lerinin Moğolca oldukları ve Moğollar ‘ın da türklükle hiçbir alakaları bulunmadığı gerçeği gözden kaçırılarak lisanımıza zorla sokulan ve “Divan-ı Muhasebat, Mahkeme-i Temyiz, Şôra-yı Devlet, Umômi Hey’et” ilh . . . gibi kelime ve tabirlerin yerine cebren ikame edilen “Yargıtay, Danıştay, Kuru/tay ” ilh . . . gibi kelimeler bu c ereyanın m e ş ‘um hatıraları dır. Bunların baş tacı edilmesi de hiç şüphesiz mukaabillerinin Arapça olmasındandır. Arapça’dan nefret ise, O’nun Kur’an lisanı bulunmasındandır. Binaenaleyh bu hareketin temel husumet noktasının Kur ‘ an ve İslam olduğunda şüphe yoktur.
   Türkçe ‘yi asırlardan beri kazandığı ifade inceliklerinden
soymak ve onu islami meflıumları ifade edemez bir hale getirmek isteyenlerin büyük bir acelesi vardı. Adeta bir an önce dilimizin malı olmuş Arapça asıllı kelimelerden kurtarmak ( ! . .) maksadıyla her önüne gelenin kelime uydurmasına cevaz verilmiştir. Hatta, cevaz şöyle dursun, resmi imkanlada bu yol ve uslub teşvik edilmiştir, denilebilir.
   Buna dair tatbiki misalleri ileride ele alacağız. Burada şunu ifade etmek isteriz ki, Türkçe’nin maruz kaldığı bu İslam’dan uzaklaştırma ihaneti onun aynı zamanda mücerred ifade kaabiliyet ve imkanlarını da daraltmıştır. Bu
itibarla buna “Türkçe’yi Kısırlaştırma Hareketi” demek daha doğru olur.
   Bu kısırlaştırma çeşitli şekillerde tezahür etmektedir:
1 – Lisanımızda ana istikaameti itibariyle tek olduğu zannedilen bir mehum, ona yakın olan birçok diğer mefhumlara aid lafızların reddedilmesiyle teke irca edilmekte ve bu tek mefhum için de kabaca bir kelime uydurulmaktadır.
Bu suretle uydurma yeni kelimenin hangi mefhuma tekaabül ettiğini tayin ekseriya imkansız bir hale gelmektedir.
Bunu misallerle ifade edelim.
Bugünlerde uydurulan kelimelerden biri de
“karşın” dır. Bu kelime bazan “mukaabil” bazan da “rağmen” yerine kullanılmaktadır. Şimdi hangi lisan mütehassısı
çıkıp da bu iki mefhumun aynı olduğunu söyleyebilir? . .
“Mukaabil” ve “rağmen” kelimeleri arasındaki incelik,
“karşın” kelimesinin uydurulup ikisinin birden yerine ikaame
edilişiyle ortadan kalkmıştır.
Aynı şekilde “zorunlu “ uydurmacası da hem “zaruri”
ve hem de “mecburi” kelimelerinin yerine kullanılmaktadır
ki, bu iki lafzın aynı mefhuma tekaabül etmediği aşikardır.
Soba kurumundan alınmış olmak ihtimali bulunan
“kurum”culara sormak isteriz . “Anımsamak” dedikleri
zaman “yaad etmek”i mi, yoksa “hatırlamak”ı mı kasdetmektedirler?
. .
Bir başka misal : Türkçe’ınizde öteden beri
“rüya ” mukaabili olarak kullanılmakta bulunan “düş ” kelimesi
dir. Bu kelime “düş görmek” tarzında tam rüya karşılığında
kullanıldığı gibi “düş kırıklığı ” tabiriyle “hayal”
karşılığında da kullanılmaktadır. Rüya ile hayal arasında
uzak da olsa, bir münasebet bulunmakla beraber, bunların
her ikisinin aynı mefhum olduğunu söylemeye imkan var
mıdır? . . Bizim bildiğimiz “sukut-i hayal” yahud “hayal
sukutu ” tabirlerinin yerine ikaame edilmek istenen “düş
kırıklığı ” uydurmacasındaki “düş ” ü “hayal” den başka
türlü telakkiye imkan olmadığına göre, bütün bu kabil kelimelerle
lisanın ne kazandığını izah edebilecek bir dil donkişotu
varsa beri gelsin ! . .
   “Önermek” uydurmacası da öyle: Bazan “teklif’ bazan
da “tavsiye ” yerine kullanılmaktadır.
Evvelce bir nebze temas eylediğİrniz üzere
Türkçe’ınizde asırlardan beri kullanılagelmekte olan ve halkın günlük hayatına kadar girmiş bulunan islami menşe’li kelimeleri bir an önce müzelik hale getirmek isteyen inkılab yobazları ise Dünya’ da emsali görülmemiş bir istical
ile işe başlamışlardır. Milli Mücadele’ den sonra başlayan
inkılab hamlelerinin nihayet 1928 ‘deki harf inkılabı ile ikmal
edildiği düşünülecek olursa, bin yıllık müstekar hayat ve telakkilerimizin nihayet beş altı sene içinde topyekün değiştirilmiş bulunduğu görülür. Bu kadar kısa bir zaman içinde bu ölçüde değişikliğin en farik vasfı hiç şüphesiz “acelecilik “tir.
    Kemalist İnkılabın bu farik vasfı onun bir cüz ‘ü bulunan
lisan inkılabında da aynen ve belki de daha müthiş bir
surette tecelli etmiştir. O derecede ki, Dünya’ da hiçbir li sanın
başına gelmeyen bir faciaya maruz kalan Türkçe ‘miz,
bugün selim muhakeme ve derin tefekküre imkan vermeyecek
bir surette kısırlaştırılmıştır. Ancak bu keyfiyetin İcrasında
inkılabın mutaassıp taraftarı ve binnetice İslam’ dan
hududsuz bir surette müteneffir bulunmaktan başka bir
meziyeti (! . . ) olmayan cühela güruhu, halk arasında dipdiri
yaşamakta bulunan birçok kelimeyi bir an önce hertaraf
etınek maksadıyla akıllarına her ne geldi ise onu terviç ile
piyasaya sürmüşlerdir. Bu durum Türkçe’ınizde bazı elfaz
ve meflıumların şaşırtıcı bir istikrarsızlık ve değişikliğe uğramamalarını
intaç eylemiştir.
   İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi Avrupa lisanları
da vaktiyle, büyük ölçüde Latince’nin tesiri altında kalmışlardı.
Bu tesiri makul bir ölçüde izale etmek isteyen o
li sanların alimleri, akademiler teşkil ederek ehil eller marifetiyle
yüz yıla varan uzun çalışmalar yaptıkları ve Latince
asıllı kelimelerin telaffuz ve şekilleriyle ibka ve hançerelerine
uydurmakla iktifa ettikleri halde her hususta Avrupa’yı
taklid etmekte bulunan bizim cühela, Arapça karşısında bu mantık! yolu tutmamıştır. Bunun neticesi bazı mefhumlara
aid lafızların her on beş senede bir değişmesi olmuştur.
Bazı kelimeler de ilk takdim edildikleri formu muhafaza
edememişler, zamanla -mana kayması dışında- bir
de lafız değişikliğine uğramışlardır. Mesela; “idare” kelimesi yerine ikaame edilmek istenen “yönetim”in ilk kullanılış
şekli “yön “dür. Mesela: CHP’nin antetli kağıtlarında
“CHP İstanbul İl Yön Kurulu Başkanlığı” deniliyordu. Bu
“Yön “ün “yönetim”e niçin tahvil edildiğini kavramak imkansızdır.
Zira Türkçe ‘de “cihet” manasında esasen mevcud
bulunan “yön ” kelimesi “idare”ye tekaabül etmez ki,
onun “yön ” veya “yönetim ” olarak kullanılması hususunda
bir mülahazaya mahal olsun ! . .
Şu hale nazaran bir mefhuma lafız olarak tekaabül etmek
üzere kullanılmış bulunan birçok kelimenin macerası
lisanımızdaki istikrarsızlığı ve onu bir yaz boz tahtası haline
getirmiş bulunmanın çirkinliğini göstermektedir.
Lisandaki istikrarsızlık ve bir nevi arayış ifade eden
mütereddid hareketlerin şiddetini sadece bu “idare ” kelimesinin
macerasına dikkat ederek bile kavramak mümkündür.
Buna rağmen biz bir iki misal daha verelim.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bugün İslam Kültürü ‘ne
bağlı olanların ısrarla kullandıkları “zabıt ” kelimesi herkesçe
müsta’meldi. Sonra bu kelimenin yerine “tutulga ” gibi
çirkin bir kelime konulmak istendi. Arşivimizde üzerinde
“tutulga ” denilen birçok ve s aik mevcuttur. Bugün “tutulga
” kelimesi “tutanak” olmuştur. Mü ‘minlerin İslam düşmaniarına
inkıyadı ve her uydurdukları kelimeyi kullanmakta
gösterdikleri tehalük devam ederse, bu “tutanak”
kelimesinin de yarın ne şekil alacağı meçhuldür.
   Bir zamanlar “vali” yerine “ilbay “ , kaymakaın yerine “ilçebay “, nahiye müdürü yerine “şarbaş ” veya “kamunbay ” deniliyordu. Bu kelimelerle yazılmış milyonla vesika mevcuttur. İstikbalin tarihçisi bu vesikaları tedkik edeceği zaman, ne diyecek ve bu kelimeleri hangi lügatta bulacaktır? . . Bugün “saha” kelimesi mukaabilinde uydurulmuş olan “alan”ın ifade ettiği mana ile ne münasebeti vardır?
   Kelimeler bir aile halinde kavranırlar. Bu durum hafızayı büyük bir yükten kurtarır. Bu ölçüye bakıldığında “almak” fiilini tedai ettirmemesi imkansız olan “alan ” birçok emsali gibi tek tek kavranmaya mahkümdur. üstelik bir zamanlar “bütün saha ” manasına “ökül alan ” denildiğini hatıriayabilecek kaç kişi vardır? ! .
Kadir Mısıroğlu, Boykot – Sebil Yayınevi

PAYLAŞ