İlim, Gâye Değil Vâsıta Olmalı

Allah katında yegâne Hak din İslâm… Bizde Allâh’ın büyük bir lutfu olarak hidâyet üzere dünyaya geldik. Lâkin Cenâb-ı Hak, bize müslüman olarak can vermemizi emir buyuruyor. Çünkü buna teminat yok. Dolayısıyla; ancak takvâ ile yaşamak şart. Ayakların kaymaması buna bağlı.

Mâlûm; nizam olarak İslâm, mükemmel ve muhteşem. Onda hiçbir zaman keyfî yorumlar ve indî anlayışların yeri yok. Fakat maalesef günümüzde İslâm’ı kendi hevâ, heves ve menfaatlerine göre yorumlayanlar var. O hâlde, Rabbimiz’in râzı olacağı şekilde yaşanacak İslâm nedir?

İslâm’ı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbı gibi yaşamak. Yani İslâm’ı kalbî derinliğiyle, ahlâkî zarâfetiyle yaşamak zarûrî. Bu, İslâm’ın ta kendisi; ancak, farklı anlayışlardan ayırmak için, adına takvâ denilmekte, zühd denilmekte, ihsan denilmekte, tasavvuf denilmekte. Hepsi aynı hakikatin farklı isimlerle adlandırılması…

Bu mânâda; bilhassa günümüzde tasavvufa olan ihtiyaç had safhada… Çünkü din ancak takvâ ile korunabilir. Takvâ, en kısa tarifiyle Allah korkusu ve sevgisi… Cenâb-ı Hak, mü’minleri tarif ederken;

“Onlar; Allâh(ın adı) anıldığı zaman, “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” yürekleri titreyenlerdir.” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.

Demek ki; takvâ; ürperiş içinde, rakîk, hassas bir kalp ile İslâm’ı yaşayabilmektir. Takvânın içindeki pek çok husustan birisi de huşû içinde bir namaz.

HUŞÛ İÇİNDE BİR NAMAZ

Cenâb-ı Hak ile mülâkat hâlinde, kalp ve beden âhenginde bir namaz var. Namaz çok mühim. Huşû ile dâimî, muhafazalı bir şekilde namaz kılınacak ki; o namaz, sahibini, her türlü kötülükten ve fenalıktan koruyacak, uzak tutacak. Namazı bu kıvamda, ihlâslı, şuurlu bir şekilde kılabilmek için; takvâ şart, tasavvuf şart… İhsan şuuru şart.

Cenâb-ı Hak, kendini bize en çok Rahmân ve Rahîm esmâsıyla bildiriyor. Bizim de merhametle dolmamızı, cömertlikle müzeyyen olmamızı istiyor. Takvâlı mü’minleri tarif ederken; “Verdiğimiz rızıklardan infâk ederler.” (el-Bakara, 3) buyuruyor.

Bu hasleti kazanabilmek için, nefsin cimriliğinden ve açgözlülüğünden kurtulmak şart… Bunun yolu da tasavvuf…

Rabbimiz; bizden hayâ ve iffet istiyor, adâlet ve şecâat istiyor, nezâket ve zarâfet istiyor. Kul haklarına riâyet istiyor. Bunlar için; ilâhî kameraların altında olunduğunun kalpte bir şuur hâline gelmesi, yani ihsan şart… Nefsânî hoyratlıkları bertarâf edip, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek; yani takvâ şart…

Aksi hâlde; İslâm nâmına, ihlâs değil riyâkârlık, takvâ değil nâdanlık, gönül zenginliği değil pintilik ve vicdansızlık ortaya dökülmekte. Bunlar hedefe konularak, İslâm’a iftira edilmekte.

Velhâsıl Rabbimiz, bizden kâmil bir insan hüviyeti arzu ediyor. Bu hüviyeti nasıl tahsil edebileceğimiz husûsunda bize ipuçları vererek şöyle buyurmakta;

“اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا” 

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.” (Fâtır, 28)

Demek ki; öyle bir ilim sahibi olmalıyız ki, o ilim Rabbimiz’e karşı haşyetimizi artırsın. Bizde tefekkür derinliği hâsıl etsin. İlâhî kudret ve azamet akışlarını seyrettirsin, bizlere; «Aman yâ Rabbî!» dedirsin.

ÖYLE BİR İLİM Kİ…

Öyle bir ilim ki; Kur’ân âyetlerini de, kâinât kitabının âyetlerini de tefekkür ettirsin. «mârifetullâh»a zemin teşkil etsin. Nitekim Cenâb-ı Hak; insana zâhirî, dünyevî ilimler verdi. Tıptan astronomiye, botanikten biyolojiye, fizikten kimyaya, bütün bu ilimler, Allâh’ın yarattığı şu kâinattaki nizâmın, insan tarafından asırlarca gayret neticesinde tahsil edilebilmiş kāidelerinden ibâret… Bu ilimler iki tarafı da keskin bir bıçak gibi. Yani hayra da hizmet edebilmekte şerre de…

Hayra hizmeti mâlûm, bu ilimlerden gaye «mârifetullâh»a bir zemin hazırlaması olmalı. Tefekkürü artırmalı. İlâhî azameti, kudreti, rahmeti temâşâ ettirmeli.

İlim; takvâ ile müşterek olarak, kulu Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırmalı, «mârifetullâh»a götürmeli. İlmin her kāidesinde, dünyevî ilmin her tezâhüründe, kul; Cenâb-ı Hakk’ın azametini, kudretini hatırlamalı.

  • Bir çekirdekten nasıl koca bir ağaç çıkıyor, ne şekilde tonlarca meyve veriyor? O çekirdeğe bütün bu oluş sırrının plân ve programı nasıl sığıyor?
  • Bir yumurtadan nasıl bir canlı, bir kuş çıkıyor?
  • Ya insan… Bir zerreden nasıl teşekkül ediyor? Hangi kudret bütün uzuvları o zerrenin içinde mahfuz tutuyor?

TEFEKKÜR İMÂN ANAHTARIDIR

Tefekkür bir îmân anahtarı. İlim de tefekkürün malzemesi olmalı. Böyle bir ilmin, maddî semeresi de insanda merhametin galeyânına vesile olmalı. Yani ilmin mânevî semeresi, Allâh’ı tâzim; maddî semeresi de insana, mahlûkāta şefkat olmalı. Meselâ; tıp insanın şifâsına vesile olmalı. Bilim; çevreyi, insanı, tabiatı, mahlûkātı korumalı.

Fakat bugün böyle olmuyor. Çünkü bugün ilmin, diğer keskin tarafı, yani şerre kullanılması ağır basıyor.

İlim, «mârifetullah»tan koparılıyor. Zihinlerinde bilgi hamallığı yapan, fakat bundan ne tefekkür, ne takvâ, ne haşyet, ne merhamet, hiçbir fayda görmeyen; sözde bilginler, aslında bilgiçler ortaya çıkıyor. Kara kapaklı kitapların kapkara satırlarına boğulmuş karanlık gönüller ortaya çıkıyor.

Cenâb-ı Hak böylesi ilim hamalları hakkında, “Kitap yüklü merkepler gibidirler.” (Cuma, 5) buyuruyor.

Bu, ilmin hazin bir israfıdır. Sokağa düşürülmüş bir pırlanta, ne kadar tâlihsizdir! İlim; vesile olacağı tefekkür ile, Allâh’a muhabbetin, îmânın, «mârifetullâh»ın artmasına vesile olacağı yerde; tam aksine, gurura, kibre, nefsâniyete ve zulme vasıta olmakta.

Günümüzde zâhirî âlimlerin mühim bir kısmı, zâlimlerin maşası. Daha çok insanı öldüren silâhları, zâlimin emir eri olan bilim adamları üretti. Karada ve denizde nice mahlûkātın neslini tüketen kirlilik, menfaatin emrine verilmiş teknolojinin neticesi oldu.

Demek ki, zâhirî ilimler doğru kullanılmalı.

İLİM GAYE DEĞİL VASITA OLMALI

Tıpkı, Mecnun için Leylâ gibi… İlimler, Leylâ ve Mecnun hikâyesindeki Leylâ gibidir. Mecnun, Leylâ’ya takılıp kalsa idi, hiçbir şey ifade etmezdi. Sonu bedbahtlık olurdu. Fakat fânî Leylâ muhabbetini; Bâkî Mevlâ muhabbetine basamak eylediği için, Mecnun fazîlete erdi. İlâhî vuslata erdi, hikmete nâil oldu.

İlimde de insanı fazîlete erdirecek olan, faydalı ilimdir. İlmin faydası, sahibini takvâ ile Allâh’a götürüp götüremediğiyle ölçülür. Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Allah’tan ittikā edin (takvâ sahibi olun), Allah size (bilmediklerinizi) öğretir…” (el-Bakara, 282)

Yani «mârifetullah»tan tecellîler ihsân eyler.

Kaynak: Yüzakı Dergisi, Yıl: 2015 Ay: Şubat Sayı: 120

PAYLAŞ
Etiketler