10 ÜNLÜ İNSAN VE ÖRNEK ÇOCUKLUKLARI

İMAM-I AZAM EBU HANİFE
Küfe şehri âlimleri, Sabit’in oğlu Numan’ın zekâsına ve ezber gücüne hayran kalmışlardır. Numan, bir duyduğunu bir daha unutmuyordu. Hocalarından aldığı dersi gece evde tekrar ediyor, ertesi günü dersi hazmetmiş olarak hocalarının önüne diz çöküyordu.
Numan, çok küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberlemişti. O yaştaki çocuğun hafız olması herkesi hayrette bırakmıştı. Merakını yenemeyenler soluğu Numan’ın annesinin yanında aldılar. Bunun nasıl olabildiğini öğrenmek istediler. Numan’ın annesi meraklılara şu cevabı verdi:
”Oğlu aslında daha önceden de hafız olabilirdi. Ancak babasının boğazından geçen bir lokma helal olmayan elma, onun hafızasını geciktirdi.”
Anlatılan meşhur kıssa da Sabit, dere üzerinden gelen elmadan yemek isterken bir parça aldığı sırada aklına ”Ben bunu yiyorum ama bu kim bilir kimin bahçesinden bu suya düşmüştür” diye geldi. Tükürdüyse de elmanın suyu boğazına kaçmasına engel olamadı. İşte annesi bu olaya işaret ediyordu.

Demek ki bizler babalarımızın ve evlatlarımız bizim yaptığımız yanlış işlerden etkilenebiliyor. O halde helal olandan ve kul hakkından ayrılmamamız gerekiyor.

Numan, Küfe’deki âlimlerden ders aldıktan sonra çok küçük yaşta ilim aramaya çıktı. Önemli İslam kültür merkezlerini gezdi. Büyük bilginlerin önünde diz çöktü. Çocukluk yaşında devrin meşhur âlimleri arasında yer aldı.

EBU YUSUF
İmam Ebu Yusuf çok küçük yaşta yetim kalmıştı. Annesiyle birlikte yapayalnızdı. Çok fakirlerdi.
Annesi, Ebu Yusuf’u bir çamaşırcının yanına çırak olarak verdi. Artık evin geçimini Ebu Yusuf sağlıyordu. Aldığı gündelik ile evi geçindiriyordu.

Ebu Yusuf çamaşırcının yanında çalışıyordu fakat aklı fikri okumakta, yeni yeni bilgiler öğrenmekteydi. Âlimleri ve ilim öğrenmeyi o kadar çok seviyordu ki, onların dersini ve sohbetini uzaktan bile olsa dinlemeye can atıyordu.
Övgüsünü işittiği İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Küfe Mescidinde ders verdiğini öğrenmişti. Bir gün çamaşırcıdan kaçarak mescide gitti ve ders dinlemeye koyuldu. Büyük âlimin dersini dikkatle dinliyor, dinledikçe kendinden geçiyor ve zamanı unutuyordu. O gün bir daha çamaşırcının yanına gitmedi. Ertesi günde kaçarak mescide gitti ve ders dinledi.
Annesi durumu öğrenince çok kızmasına ve öğütlemesine rağmen Ebu Yusuf duramıyordu. Annesi her defasından mescide gidiyor ve kolundan tutarak çamaşırcının yanına getiriyordu.
Ebu Hanife bu hale seyirci kalmadı. Ebu Hanife’nin çamaşırcının vereceği parayı vereceğini söylemesi üzerine annesi razı oldu.

Ebu Yusuf geceli gündüzlü hocasının dersini dinlemeye başladı. Azmi ve gayreti, Allah’ın da lütfu ile genç yaşta devrin meşhur âlimleri arasında yer aldı.

ABDÜLKADİR GEYLANİ
Abdülkadir Geylani Hazretleri de küçük yaşta yetim kalmıştı. Eğitimini annesi Fatma Hanım veriyordu. Fatma Hanım çocuğuna helal lokma yedirmeye dikkat eden çok Saliha bir kadındı.

İlk Kur’an dersini annesinden alan geleceğin Gavsı daha sonra dedesinden dini bilgiler öğrendi.

Herkesçe malum olan kıssasında annesine söz verdiği için yalan söylememiş, haramilerin reisine, annesinin koltuğunun altına diktiği 40 altının yerini söylemiş ve nihayetinden bütün haramilerin Müslüman olmasına sebep olmuştu.

İMAM GAZALİ
Büyüklerin ortak yönleri babalarını erken yaşta kaybetmeleridir. Gazali de babasını erken kaybetmiş ve kardeşi ile yalnız kalmıştı. Babasının dostu olan bir hoca efendi bu iki yetim kardeşi babalarının vasiyeti üzerine yanına almıştı. Geçim sıkıntısı çeken hoca efendi bu iki yetimi hem himaye edilmeleri hemde okumaları için medreseye kaydettirdi.

İmam Gazali kısa zamanda Tüs’taki talebelerin en çalışkanı oldu. Hocalarının tavsiyesiyle diğer şehirlerdeki âlimlerden ders almak için yola düştü.
Bir defasında seyahatten Tüs’a dönerken yolda eşkıyalara rast geldi. Eşkıyalar kervandaki bütün eşyalarla birlikte, İmam-ı Gazali’nin ders notlarını ve kitaplarını da aldılar. Bunu gören Gazali, haydutların peşine düştü. Haydut başı, bir çocuğun kendilerini takip ettiğini görünce öfkelendi:
-Ölümüne mi susadın, ne diye bizi takip ediyorsun, dön geri!” dedi.
İmam gazali şu karşılığı verdi:
-Aldığınız eşyalar arasından sizin işinize yaramayacak kitaplar ve benim ders notlarım var. Onları geri verin. Onlar olmazsa bir şey yapamam. Bütün emeklerim boşa gider.”
İmam gazali’nin bu sözleri üzerine haydut kahkahalar atarak:
-Demek, bu ders notları ve kitaplar olmazsa bir şey yapamıyorsun ha! O halde öğrendiğin ne işe yarar? Bunlar olmayınca bütün sermayen gitmiş oluyor. Böyle ilim sahipliği olur mu?”

Haydut başının sözleri İmam Gazali’yi çok etkiledi. Ve bu hadiseden sonra bütün ilmini kâğıtlara değil beynine yazdı. İmam-ı Gazali’de genç yaşta İslam âlimleri arasındaki yerini aldı.

İMAM-I RABBANİ
Babası ve dedelerinin hepsi zamanlarının büyük âlimleri, salih ve faziletli kimselerdi. Babası Abdulehad Efendi, din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da son mertebeye ulaşmıştı.
İmam-ı Rabbani çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü olup, vefat edeceği zannediliyordu. O zamanın meşhur vaizlerinden ve Abdülkadir Geylani yolunun büyüklerinden Şah Kemal Kihteli Kadiri’ye götürüp duasını istediler. Şah Kemal Kadiri, İmam-ı Rabbani’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına;
”Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle amil, büyük bir âlim ve eşsiz bir veli olacak” demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü.

İmam-ı Rabbani Hazretleri ilk tahsiline babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Hafızlığını küçük yaşta tamamladı. Sesi çok güzeldi.
Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Silyakut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri’den ilim öğrendi.
17 yaşındayken tahsilini tamamlayıp bütün ilimlerden icazet aldı. Babası hayatta iken talebelere ilim öğretmeye başladı.
Bu sıralarda; Risalet-üt Tehliliyye, Reddi Revafid, İsbatun Nubuvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
İmam- Rabbani zamanında ifsat komitelerinin İslam’a hücumları artmıştı. Türlü desiselerle Müslümanların zihinlerini bulandırmaya çalışıyorlardı. İmam-ı Rabbani İslam’ın bu gizli ve aleni düşmanlarını bütün hile ve desiselerini bertaraf ediyor, İslam’a hücumlara cevap veriyordu.

Sünneti ihyası ve bidatler ile yaptığı mücadele ona Müceddid el-fi Sani yani ikinci bin yılın müceddidi denmesine neden oldu.

HACI BEKTAŞİ VELİ
Küçük yaşta gelen kerametler!
Anadolu’ya İslam güneşini yayan velilerden bir olan Hacı Bektaş-i Veli’nin çocukluğu dikkat çekicidir.
Asıl ismi Muhammed bin İbrahim Ata, lakabı Bektaş olan Hacı Bektaşi’nin soyu Hazreti Ali’ye dayanmaktadır. Yani seyittir. 1281 yılında Horosan’ın Nişabur kentinde dünyaya gelmiştir.

Bektaşi’nin ailesi çok dindar olduklarından İslamiyeti öğrenmesi ve Muhabbetullah yolunda ilerlemesi için onu çok küçük yaşta o bölgenin meşhur simalarından Şeyh Lokman-ı Perende’ye teslim etmişlerdi.
Ahmet Yesevi Hazretleri’nin talebelerinden olan Lokman-ı Perende kısa zamanda Bektaşi’nin çok farklı bir çocuk olduğunu gördü. Namazını huşu içerinde kılan, kendisine anlatılanları can kulağı ile dinleyen, şeri ilimleri öğrenmeye çok istekli olan bu yavrucak, o çocuk yaşında nice kerametler göstermeye başlamıştı.

Bir gün hocasından ders dinlerken namaz vakti girmişti. Hocası hizmetçisinden abdest almak için su getirmesini isteyince, Bektaşi Veli hocasına şöyle dedi:
”Benim kudretim bunu yapmaya yetmez.”
Bunun üzerine Bektaşi Veli, Allah Teala’ya niyazda bulundu, dua etti, hocası da ‘amin’ dedi. O anda medresenin ortasında latif bir su çıkıp kapıya doğru akmaya başladı.
Hacı Bektaşi Veli horasanda şer’i ilimleri öğrenip tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya geldi. Ahaliye ehlisünnet akidesi istikametinde İslamiyeti anlatmaya başladı.
Hacı Bektaşi Veli şeriat ve Resulullah’ın yolunda zerre miktarı taviz vermeyen bir İslam büyüğüdür.

MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ
Mevlana Celaleddin, çok küçük yaşlarda dikkat çekmeye başlamıştı. Her zaman ilim meclisinde bulunmak istiyordu. Arkadaşlarıyla oyun oynarken bile bunu düşünüyordu. Ve herkese, ilme yöneltici yaşından beklenmedik sözler söylüyordu.
Bir defasında Belh şehrinde mahalledeki çocuklarla oynuyordu. Evlerinin damına çıkmışlardı. Çocuklardan birisi henüz altı yaşındaki Celaleddin’ şu teklifi yaptı:
”Gel, bu damdan karşı dama sıçrayalım.” Celaleddin arkadaşına şu cevabı verdi:
”Bu işi kedi de, tilki de yapar. İnsanoğluna yarayacak iş değil. Eğer canınızda kuvvet varsa, gelin sizinle göklere doğru uçalım.”

Celaleddin, âlimlerin sultanı olarak bilinen babası Baha Velet’in önüne diz çökerek ondan dini ilimler öğrendi. Devrin büyük âlimlerinden de ders aldı. Yine çocuk yaşlarda Nişabur’da Şeyh Feridüddin Attar’ ziyaret etti. Sohbetlerini dinledi.
Celaleddin çok küçük yaşlarda bile namazını kılıyor ve sık sık oruç tutuyordu. Bu arda bütün zamanını ilim öğrenmek ve ibadet etmekle geçiriyordu. Bağdat, küfe, Mekke, Medine ve Şam’daki bilginlerden de dersler aldı. Bu şekilde, genç yaşta herklesin saygı gösterdiği bir âlim oldu.

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
Henüz 8 yaşındayken ona ”Molla Said” diyorlardı. İlim dünyasına ilk adım attığı günden itibaren zekâsıyla, çalışkanlığıyla, mertliğiyle dillere destan olmuştu.
Molla Said’in babası Mirza Efendi ve annesi Nuriye Hanım çok dindar kimselerdi. Nuriye Hanım, Said’e hamile kaldığı andan itibaren abdestsiz yere basmamış ve Said dünya geldikten sonra da yavrusunu abdestsiz emzirmemişti.
Böyle bir anneden dünyaya gelen Said, kısa zamanda hocaların hocası olacak seviyeye ulaştı. Daha 6 yaşındayken çevredeki ilim ocaklarına gitti. Okuduğu dersi derhal hafızasına alıyor, bir duyduğunu bir daha unutmuyordu. Doymak bilmeyen bir okuma ve öğrenme aşkı vardı.
İlk sıralar ağabeyi Molla Abdullah’tan ders alırken, kısa zamanda ilimde onu geçmiş ve ağabeyine ders vermeye başlamıştı. Medrese öğrencilerinin 20 senede okuduğu kitapları birkaç senede okuyup bitirdi. Çocukluk yıllarında yaklaşık 80 kitabı hafızasına kaydetmişti.

Kuran-ı Kerim’in hakikatlerini bu asrın anlayışına uygun şekilde anlatan eserler yazarak yüz binlerce insana ışık tuttu.

BAKİ
Şairlerin sultanı olarak bilinen Baki, fakir bir ailenin çocuğuydu. Babası küçük Baki’yi ailesinin geçimine yardımcı olsun diye saraç çıraklığına vermişti.
Baki, ilim öğrenmeye büyük bir arzu duyuyordu. Dükkânın önünden gelip geçen medrese talebelerine imrenerek bakmaktaydı. Bir gün dayanamayıp peşleri sıra gitti. Onlarla birlikte Fatih medresesine girerek anlatılan dersi dinledi. Dinledikçe ilme olan isteği artıyordu.
Baki, artık sık sık Fatih medresesine giderek ders dinlemeye başlamıştı. Durumu hocalarının dikkatini çekti. Sordukları sorulara güzel cevaplar alınca onu da devamlı talebeleri arasına kaydettiler. Baki, artık ailesinden habersiz, medreseye devam etmeye başlamıştı.

Baki’nin babası Mehmet Efendi, Fatih Camii müezzinlerindendi. O da Baki’nin çok övüldüğünü duydu. Önce şaşırdı. Nasıl olurdu?  Küçük Baki, saraç çıraklığı yapmıyor muydu? Medreseye nasıl devam etmişti? Durumu oğlundan öğrenince kızmadı. Aksine sevindi. Ve ne yapıp edip Baki’yi okutmaya karar verdi. O günden itibaren Baki, medreseye kaçak öğrenci olarak değil, ailesinin izniyle devam etti ve genç yaşta âlim oldu. Sonrada edebiyat büyüklerimizin arasına girdi.
Şiirleri günümüze kadar dilden dile söylenerek yayılan Baki, işte bu şekilde yılmadan çalışan bir insandı. Gösterdiği çalışma ve gayret sonucunda unutulmayanlar arasında yer aldı.

HAFIZ MEHMET AKİF ERSOY
Mehmed Akif tahsil hayatına başladığında henüz 4 yaşındaydı. O vakte kadar annesi Emine Şerif Hanım ile babası Fatih dersiamlarından Mehmet Tahir Efendi’den ilk İslami bilgileri öğrenmişti.
Mehmet Tahir Efendi oğlunun Peygamber ahlakıyla ahlaklanmasını, İslam ilmini mükemmel bir şekilde elde etmesini arzuluyordu. Bu bakımdan çocuğuyla yakından meşgul oluyor, bizzat kendisi ona Kuran ve Arapça dersi veriyordu.
Dört yaşında başladığı mahalle mektebinden sonra Fatih semtindeki iptidai mektebe devam eden Akif, daha sonra rüştiyeye girdi. Bu esnada babasından Arapça dersi almaya devam ediyordu. Esat Dede isimli hocasından da Farsça dersleri alıyor, öte yandan Fransızcaya da çalışıyordu.
Bu sıralarda da güreş, yüzme, koşma, gülle atma, uzun atlama, ata binme gibi sporlarla da meşgul oluyor ve hayli başarılı neticeler alıyordu.
Mehmet Akif’in ailesi dar gelirli olmasına rağmen çocuklarını büyük fedakârlıklarla okutuyorlardı. Niyetleri çocuklarının mülkiyeyi bitirmesiydi. Ancak bu mümkün olmadı. On dört yaşındayken babasını kaybetti. Bundan ayrı olarak fatih’in Sarıgüzel semtindeki evleri de içindeki eşyalarla birlikte yandı. O sıralar Akif bir durum değerlendirmesi yaptı. Mülkiyeye devam edecek maddi imkânı yoktu. Halkalı’da baytar okulunun açıldığını, bu okulu bitirenlerin hemen memuriyete başlayacaklarını öğrenince arkadaşlarıyla bu okula kaydoldu. İki sene gündüz gidip gelerek, iki sene de yatılı olarak bu okula devam etti.

Akif’in trene binecek parası yoktu. Bu yüzden Fatih’ten Halkalı’ya kadar olan yaklaşık on yedi kilometrelik yolu yaya olarak gidip gelirdi.
Yokluk içerisinde tahsiline devam eden Fatih, okulu birinci olarak bitirdi. Babasından ve bilgi sahibi kimselerden ilim tahsil eden Mehmet Akif kuvvetli bir hafız idi.
Çileli bir çocukluk devresi geçiren, ancak o zorluklar içerisinde pişen Akif, kuvetli ilmiyle, azmiyle ve imanıyla ileride ”İstiklal Marşı”nın yazarı bilinecek ve her Türk tarafından rahmet ile yâd edilecekti.

SONUÇ
Dünyaca ünlü bu zatların ortak noktaları; çok çalışmak, küçükken dini ilimlere ve özellikle medrese eğitimine yönelmektir. Keskin zekalarının yanında ailelerinin desteğinide aldığını görüyoruz. O halde önce anne ve babanın gayret göstermesi gerekmektedir.

Büyük insanların örnek hyatlarından anlıyoruz ki, dünyamızı ve ahiretimizi mamur edebilmemiz için dini ilimlere yönelmemiz gerekiyor. Özellikle çocuklarımızı yaşının küçük olmasına bakmaksızın dini ilimlerde yetiştirmeye çalışmalıyız. Onlara Allah korkusunu, Peygamber aşkını ve ilim hevesini aşılamaya son derece gayret göstermeliyiz.
Sadece 10 tanesinin çocukluğundan alıntılar yaptığımız bu büyükler bize ve çocuklarımıza örnektir.

_________
Burhan Bozgeyik’in ”Onlarda çocuktu” adlı eserinden alıntılarla…
www.ismailaga.info

PAYLAŞ