Abdülaziz Bayındır'ın laiklik ve kemalist ordu meddahlığı

LÂİKLİK VE (KEMALİST) ORDU MEDDAHLIĞI
   Bir “İlâhiyat profosörü“ ünvanını taşıyan Abdülaziz Bayındır’ın dinî meselelerde ortaya koymuş olduğu cür’etkârlığa karşı verilmesi gereken cevapların O’nun gibi birçok haddini bilmez kimsenin toptan teşhis ve teşhiri maksadıyla yazılmış olan bu eserin hacmi ile kaabil-i te’lif olmadığı âşikârdır. Zirâ O, dört sünnî mezhepçe müttefekunaleyh olan(1) bazı fıkhî meselelerde bile indî ve aykırı fikirler serd etmiş olmasına rağmen bizim burada O’nun ele alacağımız yönü tasavvuf aleyhtarlığıdır. Çünkü bu aleyhtarlık –daha doğru bir ifâdeyle düşmanlık- O’nun bir nev’i alâmet-i fârikası gibidir. İhtimal O, ileride hep bu vasfı ile hatırlanacaktır! Tabii hatırlanabilecekse!..
   Burada O’nun hakkındaki tenkid ve târizlerimizi tasavvufa dâir görüşlerine inhisar ettirmek düşüncesinde olduğumuz hâlde bu bahisteki düşmanlığın arka plânının kavranabilmesi için O’nun başka bir mesele hakkındaki tavrını evveliyetle ele almak ihtiyacını hissetmekteyiz. O da “Lâiklik“ meselesidir.
   Abdülaziz Bayındır bu hususta bir esercik kaleme almıştır.(2) Bu eserin “Devletin Dini“ başlığı altındaki ilk cümlesi şudur:
“Devlet bir kurumdur. Kurumların dini olmaz. İnsanların dini olur. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve Âhiret’le ilgili bir endişe taşımaz. Devlet gibi diğer kurum ve kuruluşların da dini olmaz.“(3)
   Tuhaftır ki, bu cümle Kemalist inkılâpların baş tatbikatçılarından İsmet İnönü’nün Anayasa’ya lâiklik umdesini koymak için yaptığı kanun teklifinin esbâb-ı mûcibesinde (gerekçesinde) yer alan bir fikrin tasrihi yani daha kolay anlaşılır bir hâle getirilmek üzere -âdeta- sadeleştirilmişve O’nun tıpkısı tıpkısına ayniyet derecesinde bir ifadesidir.
   İsmet İnönü’nün bahsi geçen esbâb-ı mûcibesindeki sözleri aynen şöyledir:
“Muasır medeniyet hukuk-i ammesinde, millet hâkimiyetinin tecellisine medar, en mütekâmil devlet şeklinin lâik ve demokratik cumhuriyet olduğu müsellemattandır. Millet meclisinin ittifakıyla tasvib edilmiş olan Kanun-i Medenî, Ceza Kanunu gibi müdevvenat-ı hazıramızda bu esası tatbikat ve fiiliyat sahalarında tecelli ettirmektir. Esasen devlet bir şahsiyet-i maneviye olduğuna göre bizatihi mefhum-i mücerrettir. Dinin maddi şahıslara tahmil ettiği mükellefiyetleri, farzları amelen ifasına imkân da mutasevver değildir. Böyle mümkün olmayan istihsal peşinde ısrarın bir zaaf -bütün zaaflar gibi zararlı bir zaaf-teşkil edeceğine şüphe yoktur. Esbâb-ı mesrûdeyebinâen lâik devletin esas telâkkisine münâfi fıkraların Teşkilât-ı Esâsiye’dentayyı teklif olunmuştur.“(4)
   Çok normal bir Türkçe olan bu metni, bu günkü uydurma Türkçe’ye çevirirseniz, ortaya Abdülaziz Bayındır’ın yukarıya alınmış olan cümlesinden başka bir şey çıkmaz. O, devlet bir kurum yani müessese olduğuna nazaran namaz kılamaz, oruç tutamaz safsatasıyla devletin bir dine tâbi olması gereğini reddederken, İsmet Paşa’nın “devletin mücerred bir mefhum olması itibâriyle dinin maddi şahıslara tahmil ettiği mükellefiyetleri, farzları amelen ifasına imkân mutasevver olmadığı“ yolundaki beyânı arasındaki mutabakatı okuyucularımızın takdirlerine arzettikten sonra şunu diyebiliriz ki, bunların her ikisi de Müslümanlar ahmak mevkiinde görerek çocuk kandırma nev’inden bir açıkgözlülüğe vücud vermişlerdir. Devletin dindar olması, onun namaz kılması veya oruç tutması gibi amelî hükümleri îfa etmesi demek olmadığını timarhânelik deliler bile bilirken böyle bir şeyi devleti dinden Müberra kılmak için gerekçe olarak kullanmak adam aldatmaktan başka nedir?! Adama sormazlar mı, lâiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’na 1937 Yılı’nda girdiği ve o târihe kadar “devletin dininin Din-i İslâm olduğu“ hükmünün orada yer almış bulunduğu cihetle bu târihe kadar bu madde ile devletin namaz kılması, oruç tutması mı beklenmiştir. Böyle kabul etsek 1937’ye kadar olan idârecileri ahmaklıkla itham etmiş olmaz mıyız?! Demek ki, devletin dini olması devletçe tâkib edilen idâri esasların “islâmî“ olmasından ibâret bir bedahattir. Acaba İlâhiyat Profesörü ünvanını taşıyan Abdülaziz Bayındır, milletin sevk ve idâresi husûsunda İslâm’ın idarecilere tahmil ettiği bir mükellefiyet olup olmadığından habersiz midir?! Bu suali sormak bile Abdülaziz Bayındır’ı cehaletle itham etmek demek olacağından biz bunu hem de sahası ilâhiyat olan bir profesör hakkında asla uygun görmediğimizi söylemeliyiz.
Abdülaziz Bayındır, bahsi geçen eserinde:
   “Devletin vatandaşı ile ilişkisi dinî veya ideolojik boyutta değil, adâlet boyutunda olmalıdır. Devletin temel görevi, adâleti, iç ve dış güvenliği sağlamak, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerine engel olan şeyleri ortadan kaldırmaktır. Devlet baskısı ile inanmış gözükenler vücuda alınmış mikrop gibi olur, güçlü hâle gelince hastalık yaparlar.“(5) demektedir.
Abdülaziz Bayındır, bundan sonra Lâiklik’in târihçesi hakkında bir hayli bilgiler verdikten sonra devletin burada zikrettiği adâlete ilâveten çeşitli hürriyetler ve tebaanın refah ve saadetiyle korunmasını temin etmek gibi vazifeleri olduğunu kabul ettikten sonra netice olarak: “Siyâsî otorite kanunları uygular, cezaları infaz eder, toplumun ihtiyaçlarını giderir, askeri donatır, vergi toplar, zorbaları, soyguncuları ve eşkıyayı dize getirir, insanlara inandıkları gibi yaşama hürriyetini sağlar, adliye teşkilâtının aksamadan ve serbest çalışmasını temin eder, gelir ve servet dağılımının dengeli olması için tedbirler alır, korunmaya muhtaç çocukların ihtiyaçalarının tabiî ortam içinde karşılanabilmesi için gerkeni yapar, yoksullara destekte bulunur.“(6) demektedir.
  Adama sormazlar mı, devlet bu yapılan işleri hangi temel esaslara dayanarak icra edecektir?! Abdülaziz’e ve O’nun gibi düşünen bütün kafalara göre bu husustaki tek muta “beşerî akıldır.“
Çünkü onlara göre:
   “Kur’an teokratik sistemi asla kabul etmez. Teokrasi, Allah’ın yetkisinin kiliseye devri veya kilise ile paylaşılması anlamına geldiği için Kur’an’a göre böyle bir davranış şirktir.
Diğer taraftan teokraside Allah’a boyun eğer gibi yöneticilere boyun eğilmesi istenmektedir. Onlara itaat Allah’a itaat, onlara muhalefet Allah’a karşı gelme sayılmaktadır. Kur’an, bunu da şirk sayar.(7)
   Bunun dışında Kur’an’ın tavsiye ettiği bir devlet düzeni yoktur.“(8)

   Abdülaziz Bayındır’ın bütün nakillere ilâve edilmesi gereken o kadar çok sakat görüşü var ki, bunların iktibası ve cevaplandırılması meseleyi bir hayli genişleteceğinden son bir misalle iktifâ ederek O’nun İslâm’la Lâiklik’i bağdaştırmak ve Kemalist rejimin hâhişkar taraftarlarına yaranmak maksadıyla ortaya attığı bu yanlışların aslî cevaplarına geçeceğiz:
   “Anayasa’nın Başlangıç’ında da; <<… lâiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağını…>> ifade edilmiştir. Demek ki; vatandaşa hizmet götürülürken dinî inançlarına göre ayırım yapılamaz.
   Bu, İslâm’da zaten vardır. Bu konuda sabıkası olmayan bir dinin mensubuyuz. Dinimiz insanlarla ilişkilerde onların dinlerinden kaynaklanan bir ayrıma izin vermez.
   Bütün bu durumlara göre lâiklik, dine karşı değil devletin dinî kurumların hâkimiyetine girmesine karşıdır.
   İslâm’da devleti hâkimiyeti altına alacak bir dinî kurum yoktur. Fransa’da kiliseye karşı yürütülen lâiklik mücâdelesi birkaç asır sürmüş ve çok kanlı olaylar meydana gelmiştir ama Türkiye Cumhuriyeti lâikliği kabul ederken hiçbir dinî kuruluşun tepkisini almamıştır.(9) Çünkü İslâm’da hem devleti hâkimiyeti altına alacak bir dinî kurum yoktur hem de lâiklik için yapılan yukarıdaki tanımların İslâm’a aykırı bir yanı yoktur. Ayrıca İslâm’da ruhban sınıfı da bulunmaz. Hiç kimse bu dinî, insanlar üzerinde nüfuz sağlamanın aracı olarak kullanamaz. Câmiler de kilise teşkilâtı gibi değildir.“(10)
   Lâiklik’le İslâm’ı bağdaştırmak gayretinin eseri olan yukarıdaki sözler hem Lâiklik’in mâruf olan muhtevasına ve hem de İslâm’a aykırıdır. Lâiklik, Abdülaziz Bayındır’ın da yer yer ifâde ettiği gibi devletin bütün dinlere yabancı kalmasını ifâde eder. O’nun aslî mâhiyeti budur. Bütün dinlere karşı saygılı olması ise, ikinci vasfı olarak kabul edilse bile bundan dolayı ayrıca Lâiklik diye bir umdenin tercihine hiçbir İslâm ülkesi için bir zarûret mevzubahs değildir. Zirâ böyle bir müsamaha İslâm Dini’nde zaten mevcuddur. O hâlde kaahir ekseriyeti Müslüman olan ülkemizde Lâiklik’in kabulü böyle bir lâzime ile ifâde edilemez. O, olsa olsa devlet idâresinde dinî hükümlerle bağlı olmamak ve dini insanların vicdanlarıyla mâbede hapsetmek maksadının bir eseri olarak kabul edilmiştir.
   Burada şu temel prensibe rağmen insan vicdanına ve câmilere hapsedilmek istenen İslâm Dini’nin sâir dinlerden farklı olarak bu mevkilerde bile rahatsız edilmiş olmadığını söylemek asla mümkün değildir. İbâdet diline müdâhale ve zamanımıza kadar devam etmiş bulunan tesettür aleyhtarlığı gibi meselelerden kat’annazar cumhuriyetin ilk yıllarında olan zulümler Lâiklik’in ülkemizde dinler karşısında bir tarafsızlık şeklinden çıkarılarak korkunç bir İslâm düşmanlığı sûretinde tatbik edilmiş olduğunu bilmeyen bir ferd yoktur.
   Abdülaziz Bayındır’ın mahdud sayıda olan eserleri baştanbaşa okunduğunda ülkemizde Lâiklik adına icrâ edilmiş olan ve uzantıları hâlâ devam etmekte bulunan zulmü kınayıcı bir tek cümlesine rastlanmaz. Eğer İslâm adına bir gayret taşısaydı, evveliyetle bu hususta bir feveran göstermesi gerekmez miydi?! Ne gezer!.. Aksine O, Lâiklik’i müdafaa sadedinde arka arkaya sıraladığı yanlışlar kumkuması eserciğinde, Lâiklik’in İslâm düşmanlığı tarzındaki anlaşılıp tatbik edilmesinin günümüzde bile dâvâcısı olan orduya methiyeler düzmezdi:
   “Ordu Millet Kaynaşması“ başlığı altında bakınız neler söylüyor:
“Ordusuz millet ve milletsiz ordu düşünülemez. Bunlar et ve kemik gibi birbirine muhtaçtır. Et ile kemik arasına yabancı madde girerse vücutta dayanılmaz ağrılar olur. Ordu ile millet arasına yabancı unsurların girmesi de aynıdır. Yabancı unsurlardan kastedilen ikiyüzlülerdir. Bunların ne orduya ne millete faydası olur. Bunlardan kimileri ordunun, kimileri de milletin yanında yer almış gözükerek bir tarafı diğerinden koparmaya çalışırlar.
   Ordu mensuplarıyla ilim adamları gerçekleri kolay kabul eden bir yapıya sahiptirler. Çünkü her iki meslek de yalandan, dolandan uzaktır. Ama bunlar kimseyi kandırmadıkları için başkalarının da kendilerini kandıramayacaklarını sanırlar. Kandırıldıklarını anladıkları zaman da iş işten geçmiş olur.
   İkiyüzlüler, bulanık suda balık avlamaktan hoşlandıkları için ortalığı karıştırmakta üstlerine yoktur. Halkı, bunların samimi olmadıklarına inandırmak zordur. Bu sebeple onlara karşı mücadele yumuşak, dikkatli ve sürekli olmalı ve onları cesaretlendirecek, istismarlarına fırsat verecek bir uygulama içine girilmemelidir. Bu bakımdan devlet sorumluluğu ile hareket etmeli ve bunların ordu millet kaynaşmasının önüne geçmeleri engellenmelidir.
İkiyüzlüler ordu mensuplarının iyi niyetini istismar için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bunlar bir kısım ilim adamlarını yanlarına almakta da zorluk çekmezler. Böylece durup dururken ülkede büyük sancılara sebep olabilirler.“(11)
   Şu ordu methiyesi ve onun devamındaki sözler Abdülaziz Bayındır’ın arka plânını anlamakta herhalde biraz ferâset sâhibi olana ışık tutacak bir mâhiyettedir. Bugün ordunun Cumhuriyet tarihi boyunca yürütmeye çalıştığı vesâyetten şikâyetçi olmayan bir müslüman hatta bir solcu bile mevcud değilken Abdülaziz Bayındır’ın bu methiyesi acaba sadece bir dikkatsizlik eser midir?! Eğer öyleyse bu orduda din aleyhine Kemalist dayatmanın ne raddelere varmış bulunduğuna dair Ergenekon Dâvâsı dolayısıyla ortaya çıkan vesâik furyasından haberi yoksa biz kendisine sırf karısı 10 Kasım toplantılarına katılmadığı gerekçesiyle ordudan ihraç edilmiş insanlara âid YAŞ kararı sûretleri göstermeye hazırız. Solcu ve hatta ateist Ahmed Altan’ın bile Lâiklik adına Müslümanlara nice zulümler yapıldığına dâir sayısız yazı yazdığı bir devirde bir İlâhiyat profesörünün bunca zulmü görmemezlikten gelerek ordu meddahlığı yapmasını bir kasd-ı mahsus dışında izah mümkün müdür?!
   Bir müslümanın yüce İslâm Dini hakkındaki bilgisi ne kadar sathî olursa olsun, O muhakkak bilir ki, İslâm hayatın tamamını nizamlamak iddiasındadır. Bir insandan sâdır olabilecek fiiller farz, vâcib, sünnet ilh. Sekiz kategoride değerlendirilir ve hiçbir beşerî fiil bunun haricinde kalamaz. Bu sebepledir ki, ahlâk kaideleri dışında sosyal hiçbir hüküm ihtivâ etmeyen Hıristiyanlık’la Lâiklik arasında bir çatışma mevzubahs değilken, İslâm’la onun arasındaki zıdlık veya mugâyeret gayr-i kaabil-i münakaşadır. Bir İlâhiyat profesörü dinde bir “muâmelat“ bahsi veya fıkıhta “ukûbat“ denilen cezalara âid bir bölüm olduğunu bilmediğine ihtimal verilebilir mi?! Devlet idâre edilirken bütün dinlere ve pek tabii olarak bu arada İslâmiyet’e de yabancı kalmak bu iki gruptaki ilâhî hükümleri muattal kılmak değil de nedir?! Yoksa Abdülaziz, Ceza Hukuku için gerekli icraatı da hak sahibinin re’sen ihkak-ı hak sûretinde icrâ edebileceğini mi düşünüyor?
   İslâm’ın ahkâmını inanç ve ibâdetler dışında fiilen muattal kılmak üzere müslüman bir topluluğa Medeni Kanun’u İsviçre’den, Ceza Kanunu’nu ise İtalya’dan tercüme ederek alıp tatbik etmek de mi Lâiklik’in bilinen manasına aykırı değildir?!
   Abdülaziz Bayındır ve O’nun gibi Kemalist rejim dostlarının, Müslümanlar’ın dikkatinden kaçırmak istedikleri, en temel gerçek şudur:
Milletin kaahir ekseriyeti müslüman olduğuna, Müslümanlık’ın da her türlü hayatî faaliyete dâir kavâid ihtiva etmesine nazaran, bütün İslâmî hükümleri elinin tersiyle bir tarafa iterek –hadi Batılılar’ın aklına değil de, kendi aklına uyarak diyelim- beşerî kanunlar vaz edip Müslümanlar’ı ona uymaya icbar etmek zulüm değil de nedir? Üstelik bu tutum sadece İslâm’a değil, demokrasiye de aykırıdr. Çünkü demokrasi en harc-ı âlem mânâsıyla idârede, idâre edilenlerin ekseriyetinin hissiyatına tâbi olmayı emretmez mi? Bu sebepledir ki, Lozan Muahedenâmesi’nde Türkiye’de oturan gayr-i müslimler hakkında onların dinlerine, örflerine ve târihî gelişimlerine uygun bir kanun yapıp sırf onlar için mer’iyete konulması taahhüd edilmiştir. Bilâhare İsviçre Medenî Kanunu kabul edilince azınlıkların bu haktan kendi rızalarıyla feragat etmiş olduklarını herhalde Abdülaziz Bayındır duymamıştır. Çünkü o kanun bayrağı haç olan bir milletin kanunuydu. Hıristiyan azınlıklar ona tâbi olmayı gönüllü kabul etmişlerdir.
   Denilebilir ki, bunda bir garabet yoktur. Bu hak şeriatin dahi verdiği bir haktır. Lâkin Kemalistler Türkiye’deki Hıristiyan azınlığa gösterdikleri bu lütufkârlığı müslüman çoğunluğu da ona tâbi kılarak Müslümanlar’dan esirgemiş olmadılar mı?! Eğer Abdülaziz Bayındır’ın gerçekten bir dinî hassasiyeti olsaydı, başta Lâiklik ve onun müdâfii olan ordunun methiyesine yönelmek yerine Müslümanlar’ın da insan hakları îcabınca inançlarına göre idâre olunmalarını dâvâ etmesi gerekmez miydi?!
Devlet, milletin siyâset sahnesindeki şahsiyetinin adıdır. Rejimin adı demokrasi olacak, millet yüzde doksan sekiz nisbetinde müslüman bulunacak ve onların devleti bütün dinlerle birlikte İslâmiyet’e de yabancılığı aslî bir prensip olarak benimseyecek?! Bunun ne insan haklarıyla ve ne de demokrasiyle alâkası bulunmadığını anlamak için İlâhiyat profesörü olmaya gerek yok. Sokaktaki sıradan bir müslümanın bile bildiği bu gerçeğin önündeki tek engeli teşhis için sadece demokrasiye geçişle birlikte bu Kemalist dayatmanın zaafa uğramasından şikâyetçi olanların kimler olduğuna dikkat etmek bile kâfidir. Bunlar ismen Müslüman kalmak ve fiilen gâvur gibi yaşamak isteyenlerden başkaları değildir. Abdülaziz Bayındır, bahsin başında temas ettiğimiz gibi İsmet İnönü’yle ağız birliği etmiş olmasına ilâveten bu güruh ile de birlikte olmak istiyorsa buna bir diyeceğimiz yoktur.
   1400 yıldan beri kurulmuş olan bütün Müslüman devletler “ahkâm-ı şer’iyyeyi tenfiz“ gibi bir umde ile hareket etmişlerdir. Abdülaziz Bayındır, Hazret-i Peygamber’in kurduğu ve Hulefâ-yı Râşidîn ile devam eden devletin ismi bile yoktu(12) palavrasıyla acaba kimi aldatabileceğini sanıyor?! İsmi olmadığını söylediği o devlette Hazret-i Peygamber, bütün icraatını sırf beşerî akılla mı, yoksa ahkâm-ı ilâhîye göre mi yönetmiştir. Kaldı ki, tarihte sadece Gazneliler Devleti, yer adıyla anılmış, diğer bütün devletler –elbetteki sonradan- kurucularına izâfetle isimlendirilmiştir. Bu sadece tarihî bir an’anedir. Kaldı ki, burada aslolan şekil değil muhtevâdır. Hazret-i Peygamber’in kurduğu –Medine Site Devleti’nden itibaren- târih sahnesinde ortaya çıkmış olan bütün devletler şu üç esasa riâyeti kendileri için meşrûiyet sebebi saymışlardır. Bunlar:
   1-Ahkâm-ı Şeriyye’nin tenfizi, yani şeriat hüküm ve kaidelerinin fiilen gerçekleştirilmesi.
   2-Emânetin ehline tevdii, yani amme selâhiyeti ve iktidarını kullanmakla demek olan mevki ve memuriyetlerin liyâkatlere göre tevzi edilmesi.
   3-Şurâ.
   Bu üç şartı yerine getiren bir idârenin siyâseten taazzüv etme şekil ve sûreti dikkate alınmadan ona itaat mânâsındaki “biat“ ise, tebaları için vâcibdir. Bütün Ehl-i Sünnet camiası 1400 yıldan beri Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik hüviyetiyle zuhuruna kadar mes’eleyi böyle anlamış ve böyle tatbik etmişlerdir. Şimdi Abdülaziz Bayındır kalkıp da 1400 yıldan beri İslâm’ın bir gün bile tatbik edilmediğini söylemek cür’etinde bulunacaksa buna da bir diyeceğimiz yoktur. Zirâ müslüman olup olmamakta herkes hürdür. Dinde zorlama olmadığı gerçeği kendisinin de defaatle tekrarlamış olduğu bir gerçektir. O’nun gibiler, meselâ Ömer Öngüt misâlinde görüldüğü gibi, muârızlarını vasfederken çoğu kere kendileri hakkında daha ziyade isnâdı kaabil ithamlarda bulunmaktadırlar.
   Abdülaziz Bayındır da başka bir vesileyle aynen kendini vasfederken aldatmanın ekseriya Allah ile olduğunu söylemekte ve şöyle demektedir:
“İlim, helâl mala benzer. Helâl malıyla kötülük yapanlar gibi ilmiyle halkı saptıranlarda vardır.“(13)
   Bu vesileyle şunu da ifâde edelim ki, dinde zorlama yoktur hükmü dine dâhil olana kadardır. Bir kere müslüman olduktan sonra müslüman gibi yaşamaya icbar edilmek devlete tanınmış bir haktır. Ukûbat bahsindeki bütün cezalar, Müslüman olduğu hâlde islâmî emirleri çiğneyenler hakkında olduğunu herhalde bir ilâhiyat profesörü bizden daha iyi bilir. Biz O’na şu kadarını hatırlatalım ki, Osmanlı zamanında Hristiyan tebaa için meyhâneler vardı. Lâkin orada bir müslüman yakalanırsa devlet adına ona yetmiş sopa dayak atılırdı. Alenen nakz-i siyam eden yani oruç yiyenler hakkında da böyle bir hüküm bulunduğunu hatırlayabilmek için İlâhiyat profesörü olmaya gerek yoktur. Bunun mânâsı şudur ki, müslüman olduktan sonra gâvur gibi yaşamaya cevaz yoktur. Bunun aksini iddia etmek Ağrı Dağı’nın Sahra-i Kebir’de bir çöl olduğunu iddia etmek kadar enâyilikten başka bir şey değildir.

   Sanırız Abdülaziz Bayındır’ın diğer yanlışlarının zeminini kavramak için O’nun Ordu ve Lâiklik ile ilgili görüşlerinin bu kadar bir tahlili kâfidir.
(Kadir Mısıroğlu, Tahrif Hareketleri Cild III, Sh:218-232)
Dipnotlar
1.O’nun böyle cumhur-i ulemaya muhalefetinin örnekleri pek çoktur. Biz bunlardan sadece birini dikkatlerinize arz edelim:
O, irtidad yani İslâm’dan dönmenin şer’î neticesi hakkındaki görüşlerini şöyle tamamlamaktadır:
“Demek ki, dinden dönüp kâfir olanın cezası Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetidir. Tövbe eden olursa lânetten kurtulur. Hüküm bu olduğu hâlde mezheplerin dinden döneni öldürme konusunda ittifak etmeleri şaşırtıcıdır.“ (Bkz: Abdülaziz Bayındır – Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, İstanbul 2010, sh.292)
2. Abdülaziz Bayındır – Din ve Devlet İlişkileri-Teokrasi ve Lâiklik, İstanbul 1999
3. Abdülaziz Bayındır, a.g.e. sh. 13
4.Kemal Arıburnu – Milli Mücâdele ve İnkılaplarla İlgili Kanunlar, Esbab-ı Mûcibeleri ve Meclis Görüşmeleriyle, C.I, Ankara 1957, sh.72
5. Abdülaziz Bayındır, a.g.e. sh.16
6. Abdülaziz Bayındır, a.g.e. sh.123 vd.
7.Hâlbuki Cenâb-ı Hakk, müslüman olan ulü’l-emre yani idarecilere itaati şu sûretle emretmektedir:
‘’Ey o bütün iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin, sizden olan ulu’l-emr’e (yetki sahiplerine) de; sonra bir şeyde nizâa düştünüz mü (çekiştiniz mi) hemen onu Allah’a ve Râsûlü’ne arzediniz, Allah’a ve Âhiret gününe gerçekten inanır mü’minlerseniz! O hem hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir!’’ (Nisa Sûresi, âyet 59)
8. Abdülaziz Bayındır, a.y.
9.Lâikliğe karşı herhangi bir aksülâmelin vâkî olmaması, onun İslâm’la kaabil-i te’lif olmasından dolayı değil, İstiklal Mahkemeleri’nin mütevâli asığ kesmeleriyle ihdas edilmiş olan ‘’devlet terörü’’ sâiki ile olduğunu anlamak için yakın târihe âid sathî bir bilgi sahibi olmak dahi kâfi iken Abdülaziz Bayındır’ın şu izahı ne kadar abestir.
10. Abdülaziz Bayındır, a.g.e. sh.23 vd.
11. Abdülaziz Bayındır, a.g.e. sh.67 vd.
12. Abdülaziz Bayındır, a.g.e. sh.67
13. Abdülaziz Bayındır – Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, İstanbul 2010, sh.72

PAYLAŞ