Ümmilik nedir? Peygamberimiz ümmi miydi?

 Oryantalistler ve onlarla pek çok konuda fikir birliği içerisinde olan yenilikçi Müslümanlar ilmi ve tarihi verilere rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu iddia etmektedirler.İddia sahipleri Allah Resulü hakkında Kuran’da kullanılan “ümmî nebi” ifadesinin okuma yazma bilmeyen anlamına gelmediğini, bütün müfessirler tarafından benimsenen “ümmîlik yaftası”nın esas itibarıyla “din adamları sınıfı ağzı” olduğunu, gerçekte “ümmî” ve çoğulu olan “ümmiyyun” kelimelerinin “halkın bağrından çıkan, genel halk” gibi anlamlara geldiğini ileri sürmektedirler. Direkt ya da dolaylı olarak Allah Resulü’nün okuma yazma bilmediğini haber veren ayetlerin ise yabancı dilde bir metni okuyamaması şeklinde anlaşılması gerektiğini savunmaktadırlar. Allah Resulü’nün –haşa- Kur’an-ı Kerim’i önceki kitaplardan istinsah ettiği iddiasına gerekçe üretmeyi hedef edinen bu yaklaşımın akli ve nakli deliller karşısındaki değerini tartışmak bu makalenin başlıca konusudur. Ancak ilahi bilgi ve ona ulaşmanın vasıtası olan vahiyle, beşeri bilgi ve edevatı arasındaki farkı gölgeleyip “ümmî” kavramını “cahil”le aynileştiren yenilikçilerin Allah Resulü’nü müdafaa eder bir görüntü içerisinde olmaları zihinleri karıştırdığından öncelikli olarak bilginin ne olduğunu ve ilahi bilginin beşeri olandan farkını izah etmemiz gerekir.
İlim
Lügatte bilme, biliş, bilgi gibi anlamlara gelen ilmin mahiyetinin ne olduğu suali alimleri çokça meşgul etmiştir. İlmin tanımlanmaya ihtiyacı olmadığına vurgu yapanlar olduğu gibi[1] Cüveynî ve öğrencisi Gazzâlî gibi tarifini yapmanın güç olduğunu söyleyenler de olmuştur. Fahruddin er-Razî ise mahiyetinin kendiliğinden bilinmesi hasebiyle tarifinin mümkün olmadığını belirtmiştir.
İlmi tanımlayanlar onun akıl ve duyularla olan irtibatına dikkat çekmişlerdir. Filozoflar ilmi; “bir şeyin suretinin akılda oluşması” şeklinde tarif ederken kelamcılar, “aklın ve duyuların alanına giren her şeyin (mezkûr) tanınmasını sağlayan sıfat”[2] ya da “bir şeyi bulunduğu konumda idrak etmek”[3] olarak tanımlamışlardır.
İlim, insanda oluşması veya tahsil edilmesi bakımından iki kısma ayrılır:
Zarûrî İlim
Düşünmeden, delile müracaat etmeden, kendiliğinden ve kaçınılmaz bir şekilde oluşan bilgiye “zarûrî ilim” denir. İnsanın “bir” sayısının “iki”nin yarısı (bedihiyyât) ya da ateşin yakıcı olduğunu (müşâhedât) bilmesi ‘zarûrî ilim” kapsamında değerlendirilir.
İstidlâlî İlim
Delile başvurmak anlamına gelen istidlâl, bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri uygun bir şekilde kullanmaktır. “İstidlâlî ilme” aynı zamanda “kesbî ilim” de denir. İnsan ancak öğrenme usullerini kullanarak bu nevi ilme ulaşabilir.
Ayrıca ilim varoluşu itibarıyla de iki kısma ayrılır: Allah Teala’nın zatıyla kâim olana “kadîm”; sonradan olan ve kullara aidiyeti ile bilinene ise “hâdis ilim” denir.[4]
İlim ve Peygamberler
Allah Teala, hem “alîm(bilen)” hem de “muallim(öğreten)”dir. Hz. Adem’e “esma(isimleri)”yı o öğretmiştir. Toprağı işlemeyi, gemiyi inşa etmeyi, demire şekil vermeyi, kumaşı dikmeyi, hastayı tedavi etmeyi de peygamberlere O vahyetmiştir. Her şeyi kuşatan en üst bilgi ona aittir. O, her şeyi bilendir. Medeniyetlerin kazanımları, insanların müktesebatı onun öğrettiklerinden neşet etmiştir. Kullarından dilediklerini peygamber olarak seçmiş;[5] onların kalbine vahyi unutmayacakları bir şekilde yerleştirmiştir. Nitekim, unutma endişesiyle gelen ayet-i kerimeleri henüz okunmaları bitmeden Cebrail’le birlikte tekrar eden Allah Resulü (sallallahu kımıldatma. Muhakkak onu, toplamak (kalbine yerleştirmek), okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen takip et.”[6] Şu ayet-i kerimede vahyin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbinde korunduğunu bildirmektedir: “Sana (Kur’an’ı) okutacağız; artık Allah’ın dilediği hariç, sen hiç unutmayacaksın.”[7]
Lisan ve Peygamberler
İnsanlar peygamberler vasıtasıyla gönderilen ilahi bilgiyi anlamak, korumak ve geliştirmek için yazıyı keşfettiler. Yazı, bilgiye ulaşma aracı olarak işlev gördüğünden onunla bilgi daha kalıcı ve kullanılır hale geldi.
Peygamberler ilahi bilginin doğrudan muhatapları olduklarından bilginin aracı olan yazının onlar tarafından bilinmesinin gerekliliği söz konu olmamıştır. Bu durum diğer peygamberler içerisinde ümmî vasfıyla temayüz eden Allah Resulü’nde daha da belirgindir. İmam Kurtubî’nin de ifade ettiği gibi, Allah Teala’nın Efendimiz’in kemal vasıflarından biri olarak belirlediği ve ona sahip olmasından dolayı kendisini övdüğü “ümmîlik”, ondan başkası hakkında eksikliğe işaret eden bir vasıftır. Çünkü insanı şerefli kılan ve genellikle onun değerini yücelten yazı, eğitim ve öğretim gibi ilme ulaştıran yollardandır. Fakat Allah Teala mucize olarak yazı ve eğitim faslı olmaksızın Resulü’ne öncekilerin ve sonrakilerin ilmini ihsan etmiştir. Bu, onun (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru olduğuna delalet eden, ona özel vasıflardandır. Başkası hakkında eksiklik olan şey, onun hakkında kemal göstergesi olmuştur.[8]
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmî olması “ilahi bilgiyi önceki kitaplardan aldı.” gibi töhmet kapılarının kapanmasını temin etmiştir. Allah Teala ona, en cins mütefekkirlerin yazıyla ulaşamayacakları gaip haberlerini vahy etmiştir.[9]
Dili ve muhtevasıyla en büyük söz ustalarını hayrete düşüren Kur’an-ı Kerim’in, ümmî bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi uydurulmuş olduğu iddialarını bütünüyle geçersiz kılmıştır. Düz bir ovada yükselen dağ gibi ümmîlikteki safiyet de Kur’an’ın i’cazını bedihi bir şekilde ortaya çıkarmıştır.
Lisanın Oluşması
Lisaniyâtçılar, dil icat etmezler sadece mevcut dil üzerinde incelemede bulunur, tesbitler yaparlar. Kaideler ve kurallar da dili oluşturmaz, dilin içerisinden çıkarılırlar. Çünkü onlardan öncede diller vardı. Nitekim Arapça bir isim cümlesinin iki unsuru olan mübteda ve haberin ne olduğunu bilmeyen nice bedevi bunların iraplarını doğru bir şekilde yapar. Bu durum, diğer bütün lisanlar ve onları konuşanlar için geçerlidir.
Kelimeler, millet hayatının tabii akışı içerisinde doğar ve tedavüle çıkarlar. Onların delalet ettiği anlamları ve türevlerini en doğru o dili konuşanlar bilir. Bu yüzdendir ki alimler bir kelimenin irabında ya da delaletinde ihtilaf ettiklerinde dili en saf şekliyle konuşan bedevilerin hakemliğine başvururlardı. Diller lisaniyâtçıya değil, onu konuşan millete isnad edilerek anılırlar.
Apaçık bir Arapça olarak inen Kur’an-ı Kerim’i anlamak da ancak Arap dilini bilmek ve gereğince amel etmekle mümkün olur. Kur’an’da geçen “ümmî” kelimesinin hangi anlamlara geldiğini tesbit edebilmek için de aynı yöntem izlenmeli, Araplarının kullanımı esas alınmalıdır.
Ümmî
Ümmî; anne, kaynak, asıl gibi anlamlara gelen “ümm” kelimesinin ism-i mensup halidir. Buna göre ümmî; yazı yazmayı bilmeyen, annesinin doğurduğu şekilde kalan[10], yeni bir bilgi edinmeyen kişi gibi anlamlara gelmektedir. Yazı yazmayı öğrenmek sonradan kazanılan bir ameliye olduğundan onu bilmeyen annesine nisbet edilmiştir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Biz ümmî bir ümmetiz. Ne yazı yazmayı, ne de hesap yapmayı biliriz.” buyurmaktadır. Hadis-i şerif, ümmî kelimesini lügat anlamına uygun olarak annesinden dünyaya geldiği ilk hal üzere devam edip yazı ve hesabı öğrenmeyen[11] kişiler şeklinde tanımlamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü ya da bizzat Efendimiz’in kendisini ümmî olarak nitelemesinin nedeni noktasında alimler iki farklı ihtimal belirtmektedirler:[12]
1. Ümmî kelimesi ile anneye nisbet kastedilmiştir. Sanki Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) annesinden doğduğu hal üzere kalmış[13]; bütün bilgilerini vahiy yoluyla almıştır.[14]
2. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuma yazma bilmemeleriyle temayüz eden Arap milletine mensup olduğuna işaret edilmiştir.[15]
Buna göre ümmîlik hangi kelimeden türetilir ya da kime nisbet edilirse edilsin her iki durumda da ondan Efendimiz’in okuryazar olmadığı anlaşılmaktadır.
Ümmî ve Cahil Arasındaki Fark
İlme ulaşmanın farklı usulleri vardır. İnsanların çoğu ilmi okuma ve yazma, bir kısmı da dinleme, görme, his ve tecrübe gibi yollarla elde eder. Bu yüzden her okuryazar alim, her ümmî de cahil değildir. Okuryazar birinin cahil olması gibi alimin de ümmî olması mümkündür. Nitekim ümmî olduğu halde dinleme yoluyla çok sayıda kitap ezberleyen pek çok sayıda ümmî alim vardır.
Ümmî, okuryazarın; alim de cahilin karşıtıdır. Binaenaleyh ümmî, cahil demek değildir. Nitekim ümmî olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke toplumunun yabancısı olduğu geçmişte yaşayan ümmetlerden, ahiretten, haşirden, neşirden haber vermiş; bunu yaparken de hiçbir insanın minneti altında kalmamış, hiçbir mektepte hiçbir hocadan ders almamıştır. Ümmîlik onun zihnini her tür kirli bilgiden korumuştur.
KUR’AN’DA ÜMMÎ
Ümmî kelimesi Kur’an-ı Kerim’de müfred (tekil) ve cem’i (çoğul) kipleriyle altı ayet-i kerimede geçmektedir. Bunlardan üçü ümmî olmalarıyla temayüz eden Araplar, ikisi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), biri de Yahudiler hakkındadır.
Araplar ve Ümmîlik
İslam’ın doğuşuna kadar Araplar’da yazı kültürü oluşmadığından, tarihi birikim ve edebi ürünlerini hafıza yoluyla paylaşırlardı. Onlarda yazı, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesinden çok az önce veya hemen sonra ortaya çıkmıştı. İmam Şa’bî Arapça yazan ilk şahsın Ebû Süfyan’ın babası Harb İbn Ümeyye olduğunu rivayet etmektedir. Harb ise yazıyı Enbar halkından öğrenmiştir.[16]
Tarihi verilerden de anlaşıldığı gibi Mekke halkının neredeyse tamamı ümmî idi. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim onları, bu vasıflarıyla tanımlamıştır. İlgili ayet-i kerimeler şu şekildedir: “O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içerisindeydiler.”[17]
Allah Teala tevile imkan vermeyecek bir şekilde “ümmî” olan Araplara “içlerinden” onlar gibi okuma yazma bilmeyen bir peygamber gönderdiğini bildirmektedir.
“Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.’ Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: ‘Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?’ Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kullarını hakkıyla görendir.”[18]
Ayet-i kerimede önce “Ehl-i Kitab” sonrada “atıf vavı” ile “ümmîler” zikredilmektedir. Bu durum, ümmîler kelimesi ile, Ehl-i Kitap’tan farklı bir topluluk olan Arapların kastedildiğini belirtmek içindir. Çünkü bir kelimenin öncesine atfedilmesi farklı olduğunu gösterir.
“Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘Ümmîlere karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur.’ demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.”[19]
Yahudilerin emanete ihanet etmelerinin arkaplanında “dinlerine göre, ümmî olan Arapların mallarını yemelerinde bir mahzur olmaması ve Allah Teala’nın bunu kendilerine helal kıldığı inancı[20] vardı. Nitekim Yahudilerin -büyük gördüğü- alimlerinden Fenhas b. Âzura bir Kureyşli’nin kendisine emanet bıraktığı bir dirhemi inkar ettiği zaman mağduruna şöyle demiştir; “Adam sen de! Okuma yazması olmayanların hakkı mı olurmuş? Vesikası bulunmayan, hele dini ayrı olan kimselerin hakkını yemek helaldir.”[21]
Ayetlerde de görüldüğü gibi “ümmî” kelimesi, okuma yazma bilmeyen insanların karşılığı olarak kullanılmıştır.
Allah Resulü ve Ümmîlik
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kavmi gibi ümmî olduğunu bildiren ayet-i kerimeler şu şekildedir: “Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. İşte o peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[22]
Ayet, Hz. Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’nın Tevrat ve İncil’de yazılı olan daimi sıfatlarından bahsetmektedir. Önceki kitaplarda onun ümmî bir resul olarak geleceği bildirilmekte ve insanların o ümmî peygambere uyacakları ifade edilmektedir.
Allah Resulü’nün okuma yazma bilmemesi resül ve nebi gibi değişmez sıfatları arasında yer almaktadır. O peygamberler arasında ümmî sıfatıyla bilinmektedir. Nitekim Hz. Musa, Miraç Gecesi’nde onunla karşılaştığında ümmîlik vasfını öne çıkararak “Merhaba ümmî peygamber” diyerek onu selamlamıştır.[23]
“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve onun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”[24]
İslam’ın evrensel olduğundan bahseden ayet ins ve cinni, lekesiz dimağı vahy-i ilahiyle terbiye edilen, saf bir ayna gibi gördüğü her hakikati hiçbir şey eksiltmeden ya da ilave etmeden yansıtan o ümmî peygambere uyup kurtulmaya davet etmektedir.
Yahudiler ve Ümmîlik
“İçlerinde birtakım ümmîler vardır ki, Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri bir sürü kuruntudan ibarettir. Onlar sadece zanda bulunurlar.”[25]
Yahudiler ümmî olup olmama açısından iki gruba ayrılmaktadırlar. Ayette ümmî olarak tavsif edilen grup Yahudi alimlerinin tahrifatını Tevrat zannederek onlardan işittikleri batıl sözleri ve yanlış tevilleri vahiy gibi gerçek kabul addedenlerdir.

DELİLLER

Önceki kitaplar Allah Resulü’nün “ümmî” olduğunu belirtmiş, din adamları da beklenen peygamberin ümmî olacağını ifade etmişlerdir. Hz. Mustafa’nın hayatının her anına tanıklık eden sahabe de onu ümmî olarak anlatmıştır. Lisaniyâtçı, müfessir, muhaddis, siyer alimi herkes onun ümmî olduğunda ittifak etmiştir. Bunda ümmî kelimesinin geçtiği altı ayetin dışında Allah Resulü’nün okuryazar olmadığını bildiren diğer nakli ve akli deliller de etkili olmuştur.
Ayetler
Oryantalizmin etkin bir şekilde varlığını hissettirdiği yıllara kadar yapılan tefsir çalışmalarında “ümmî” kavramı okuryazar olmayan kişi şeklinde izah edilmiştir. Hatta rivayet tefsirlerinin Kur’an’la Müslümanlar arasında perde oluşturduğunu iddia eden Muhammed Abduh bile ümmî ifadesini diğer müfessirler gibi izah etmiştir.[26]
I. Kur’an-ı Kerim ümmî kavramının geçmediği fakat ümmîliği tasrih eden ifadelerin yer aldığı ayetlerle de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olmadığını belirtmiştir. Mevzu ile alakalı bir ayet-i kerimenin meali şu şekildedir: “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı.”[27]
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün herhangi bir kitabı okumadığına vurgu yapan ayet-i kerime, yazmasını nefyederken “Ne de onu yazardın.” gibi maksadı ifade eden bir cümle yerine; “Ne de elinle onu yazardın.” şeklinde mecaz ihtimallerini ortadan kaldıran bir söz dizimi kullanmaktadır. Ayette “el” kelimesinin tasrih edilmesinin gayesi şu şeklide açıklanabilir: “El” kendisi ile yazı yazılan bir uzuvdur. Burada zikredilerek yazı yazma ameliyesi bütünüyle Efendimiz’den uzak tutulmuştur. Bu, kişinin “nezartu(baktım)” yerine “nezartu biaynî(gözümle baktım.)” demesi gibidir. Ayette geçen “Ve lâ tehudduhu” ifadesinin başında yer alan nef’i “lâ”sı da şimdiki ve gelecek zamanı olumsuzlaştırmaktadır. Buna göre anlam; “onu şimdi de gelecekte de yazmazsın” şeklinde olur.
Eğer Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) okuma yazma bilseydi ona bühtan edip; “Bu Kur’an’ı o uydurmuştur.” diyen müşrikler iddialarına kendilerince mesnet bulmuş olacaklardı. Ayrıca Tevrat’ta son peygamberin ümmî olacağını gören Yahudiler de haklı olarak Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün nübüvvetinden şüphe edeceklerdi.[28]
II. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiyden önce ne Kitab’ı ne de imanın alamet ve şartlarını ayrıntılı bir şekilde bilmekteydi. Bu durumun arka planında ümmî olması vardır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık.”[29]
Kur’an nazil olmaya başladığında yeryüzünde Yahudilik ve Hristiyanlık gibi vahiy merkezli muharref iki din hüküm sürmekteydi. Bu durumu çarpıtan İslam karşıtları Kur’an’ın gaiptan ve önceki ümmetlerden haber veren ayetlerinin mevcut dinlerden iktibas edildiğini iddia ettiler. Olan gibi, olacak olan her şeyi de bilen Allah Teala bu nevi iddaları işin başında geçersiz kılmak için -öncekilerin aksine- son peygamberinin ümmî kalmasını murat etmiştir. Bu yüzden Tevrat ve İncil okuryazar olan peygamberlere bir anda inerken Kur’an-ı Kerim ümmî olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne hıfzedebilmesi için parça parça yirmi üç yılda nazil olmuştur. Mekkeli kafirlerin Kur’an’ın bir defada nazil olması yönündeki taleplerine Allah Teala şu şekilde cevap vermiştir: “İnkar edenler, Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane okuduk.”[30]
Hadisler
I. Efendimiz “ümmî” kelimesini okur yazar olmayan, hesap yapamayan kişi olarak tefsir etmektedir. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: “Biz yazmayı ve hesabı bilmeyen ümmî bir ümmetiz. Ay şöyle, şöyledir.[31] (Yani bazen yirmi dokuz, bazen otuz gün çeker.)
II. Hira’da ilk inen ayetler Allah Resulü’nün okuryazar olmadığının en açık delillerindendir. Nitekim ondan okumasını talep eden meleğe “mâ ene bikâriin[32] (ben okuma bilmem)” şeklinde cevap vermiştir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Cebrâil’le Hira’da okuma üzerine yaşadığı diyaloğu şu şekilde nakletmektedir: “O zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘İkrâ(oku)’, dedi. Ben de ona: ‘Okuma bilmem’, dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘İkrâ’, dedi. Ben de: ‘Okuma bilmem’, dedim. Nihayet beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp: “Yaradan Rabb’inin ismiyle oku. O insanı aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku, Rabb’ın nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini o öğretti.[33] dedi”.[34]
Bu diyalog vahyin başladığı zaman Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğunun açık delilidir. Çünkü Efendimiz “oku” emrine üç defa “ben okuma bilmem” şeklinde cevap vermiştir.
Ümmî bir toplumda ümmî bir anneden dünyaya gelen Hz. Mustafa’nın ümmîliği “Yüce Dost”a kavuşuncaya kadar devam etmiştir.
Ümmîlik hem Hz. Mustafa’nın, hem ümmetinin kıyamet günü de vasfı olacaktır: Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma)’tan gelen bir hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Biz dünyada ümmetlerin sonuncusu ahirette ise hesaba çekilme cihetiyle ilki olacağız. O gün şöyle denilecek: ‘Ümmî ümmet ve peygamberi nerede?’[35]
III. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) risalet hayatının farklı devrelerinde müteaddit kere ümmî olduğunu belirtmiştir. Abdullah b. Amr (radiyallahu anhuma) bir gün Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya veda eden kişi gibi yanlarına geldiğini ve üç defa “Ben ümmî peygamber Muhammed’im./Ene Muhammedun en-Nebiyyu’l-Ümmîyyu; benden sonra peygamber gelmeyecek.” dediğini rivayet etmektedir.[36]
Bir sahabi de Efendimiz’e “Ya Resulallah! Allah bize, size salavât getirmemizi emretti, nasıl salât edelim? diye sorunca; Allah Resulü hiç karşılık vermeden sustu. Öyle ki sahabe o kişinin bu soruyu hiç sormamış olmasını istedi. (Bir müddet) sonra; “Allah’ım! Ümmî Nebî Muhammed’i ve âlini yücelt.” deyiniz buyurdu.[37]
Sahabe’nin Tanıklığı
Sahabe, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne olan derin sevgisi ve onu örnek alma gayretiyle, hayatının her anına ait gözlemlerini muhafaza etmiştir. Sözleri, seyahatleri, ahlakı, şemaili, hiçbir devlet adamına, ideoloğa hatta önceki peygamberlere nasip olmayacak ayrıntıda tedvin-telif edilmiştir. Böylece tabiun ve onları takiben gelen nesiller onu başındaki beyaz saç teline varıncaya kadar tanıma imkanı bulmuştur.
Sahabe Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risalet sonrası gibi risalet öncesi hayatını da ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Siyer kitapları nesebi, viladeti, çocukluk yılları, seyahatleri, görüştüğü, konuştuğu ve ortaklık yaptığı insanlarla alakalı ayrıntılı bilgiler ihtiva etmektedir. Buna rağmen onun okuryazar olduğu ya da birisinden ders aldığı noktasında tek bir rivayet yoktur. Bilakis ümmî olduğu tasrih edilmiştir. Sahabenin Allah Resulü’nün ümmi olduğuna delalet eden gözlem ve rivayetlerinden birkaçı şu şekildedir:
Hz. Ali (radiyallahu anh) -Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ahirete irtihal etmesinden sonra- Küfe’de bir defasında şöyle buyurmuştur: “Tohumu yarana ve insanı yaratana yemin olsun ki beni ancak müminin seveceği ve ancak bana münafığın buğzedeceği, ümmî Nebi’nin bana kuvvetli bir ahdidir.”[38]
Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma) da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü şu ifadelerle anlatmaktadır: “Peygamberiniz okuma yazma bilmeyen, hesapla iştigal etmeyen bir ümmî idi.”[39]
Hz. Abbas Mekke’de iken Efendimiz’e hitaben Kureyş’in toplanıp yola (Uhut muharebesi için) çıktığını bildiren bir yazı kaleme aldı. Abbas’ın Benû Gıfar’dan bir adamla gönderdiği mektup Medine’ye ulaştığında Efendimiz mührünü açtı, okuması için Übeyy b. Ka’b’a verdi. Übeyy, okuyunca da ondan mektubu sır olarak saklamasını istedi.”[40]
Sahabe’nin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ait eşyaları teberrük maksadıyla muhafaza ettiği, hırkası, cübbesi ve silahının asırlarca korunduğu yaygın bir bilgidir. Fakat korunan eşya arasında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından yazıldığı iddia edilen tek bir metin yoktur. Eğer yazmış olsaydı sakallarını muhafaza eden ashap elbette yazısını da korurdu.
Tarihi Deliller
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün yaşadığı dönemde hayatına tanık olanlar ona iman edip etmeme noktasında iki gruba ayrılmaktaydı. İlki ona iman etmeyen Mekke Müşrikleri ile Medine’de yaşayan kafir, münafık ve Yahudiler; ikincisi ise Müslümanlardan oluşmaktaydı. Bu iki gruptan hiç kimse Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu rivayet etmedi. “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın.”[41] ayeti inince, onu (sallallahu aleyhi ve sellem) etkisiz hale getirmek için aleyhinde delil teşkil edebilecek en küçük ihtimali dahi değerlendiren düşmanlarından hiç biri bu ayet vakıaya aykırıdır iddiasında bulunmadı. Çünkü Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risalet öncesi hayatının her karesine tanıklık etmelerine, nereye girip çıktığına, kimlerle oturup kalktığına vakıf olmalarına rağmen ümmî vasfını ihlal edecek bir ipucuna ulaşamadılar. Bu yüzden “O, okuryazardı.” diyemediler.
Kur’an’ı –haşa- O yazıyor diyemeyenler; “(Bu ayetler) onun (Muhammed’in), başkasına yazdırıp (iktetebe) da sabah akşam kendisine okunan, öncekilere ait masallardır.”[42] iddiasında bulundu. Ayeti kerimede geçen “iktetebe” fili “istektebe” anlamında talep bildirmektedir. Buna göre anlam; “başkasına, ayetleri kendisi için yazmasını emretti.” demek olur.[43]
Ayrıca ona iman edenlerin hepsi aynı derecede değildi. Eğer ayete aykırı bir durum görmüş olsalardı, İsra ve Miraç gerçeğini idrak edemeyenlerde olduğu gibi onlar içerisinde de irtidat edenler olurdu.
Tarihi verilerin ümmî olmasında ittifak ettiği Allah Resulü, gelen vahyi de farklı iklimlere gönderdiği mektupları da katipleri vasıtasıyla kaleme almıştır.[44]
Aklî Deliller
Mekke’de okuryazar olanlar toplam on yedi kişiydi. Bu yüzden tarihi ve aktüel olaylar şifahi olarak paylaşılır, sonraki kuşaklara da hafızalara nakşedilen şiirlerle aktarılırdı. Şiirlerin içeriği putperest geleneğe ve kabile kültürüne ait olaylardan oluşmaktaydı. Tevrat ve İncil İbranice olduğundan halk Ehl-i kitap’ın kültürüne yabancıydı.
Böyle bir ortamda nazil olan Kur’an-ı Kerim, Mekkelilerin hiç duymadığı hadiselerden, gaibî hakikatlerden, iman esaslarından bahsetti. Ayetleri, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an- Kerim’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne yazdırıldığını iddia ederek vahyin kaynak meselesini halledeceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah Resulü’ne Rum asıllı Hristiyan bir köle olan Cebr en-Nasrani tarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” demiştir.[45]
Müşrikler bu hamleleriyle umduklarını bulamadılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar Cebr’e aittir.” demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla ona değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terk edip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca “muallaka-i seb’a(yedi askı)” şairlerinin dahi bir suresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını çürütüp, tarumar etti.[46]
Müşrikler gibi hayretler içerisinde kalan oryantalistler “Muhammed ümmî olduğu halde Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?” diye kendilerine sordular. Onlara; “işte bu onun Resul olduğunun delilidir.” denildiğinde risaleti tasdik etselerdi küfürden kurtulacaklardı. Fakat onlar okuryazar olduğunu iddia ederek küfrü tercih ettiler. Tarihi veriler iddialarını reddedince de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunda ısrar edip, bunu ailesine varıncaya kadar herkesten gizlediğini ileri sürdüler.
Yemek içmek gibi aleni bir ameliye olan okur-yazarlığın ev halkından bile gizlenebileceğini iddia edenlere gülerek mukabelede bulunmak onlara verilebilecek en anlamlı cevap olacaktır.
Hikmeti
Allah Resulü’nü alimlerden farklı kılan en önemli özellik, bilgisinin ilahi olmasıdır. Onu resul yapan bilginin okuryazarlıkla ilgisi yoktur. Okuryazar olmak, onun ilahi olan bilgisine bir şey katamayacağı gibi olmaması da hiçbir halel getirmemiştir.
Araplar fesahat, belagat, hitabet ve şiir gibi edebi disiplinlerde dünya milletlerine göre daha ileri konumdaydılar. Edebi eserlerini sergilemek için Ukâz ve Zü’l-Mecâz gibi panayırlar tertip ederlerdi. Oralarda sözün sultanları olan ümmî şairler şiirle birbirlerine karşı fahriyede bulunurlardı. Allah Teala bu ümmî toplum içerisinden onlar gibi; fakat onları hayrette bırakan ümmî bir peygamber gönderdi ve minnet altında kalmaması için onu kimseye öğrenci yapmadı: “Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.”[47]
Müşriklerin de şahadet ettiği gibi Araplar içerisinde en fasih ve en beliğ olan kişi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) idi. Şairler, Kur’an-ı insanın fevkinde bir kitap olarak görür ve bu yüzden “bu ancak sihirdir.” derlerdi. Cenab-ı Hak da Resulü’nün ümmî kalmasını murat ederek –sanki- muarızlarına “edebi kudretine şahadet ettiğiniz Muhammed, bunları birisinden öğrenmediyse –ki öyledir- o halde Kur’an’ın Allah’tan geldiğini kabul etmekten başka seçeneğiniz yoktur.” demektedir.
Allah, Resulünü yüceltmek için bilgisini de yücelerden gönderdi. Onu ümmî bırakarak vahyi, bilgisinin yegane kaynağı kıldı.
Allah Teala Kur’an-ı resulünün kalbine yerleştire yerleştire[48] yirmi üç yılda indirdiğinden kendilerine vahiy kitap hâlinde gönderilen önceki peygamberler gibi okuryazar olması gereklilik arz etmedi. Allah ona okuduğunu bir daha unutmama nimetini bahşetti.[49] Tıpkı âmalığın zihne katkısı gibi ümmîlik de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hafızasının gücüne güç katmıştır.
Ümmî Olmadığını İddia Edenlerin Delili
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu iddia edenlerin istidlal ettiği delil, Buharî’nin de rivayet ettiği bir hadistir. Hadise konu olan olay şu şekildedir: Hudeybiye musalahası yazılırken –henüz Müslüman olmamış olan- Süheyl b. Amr, Efendimiz’in adının “Allah Resulü Muhammed” şeklinde yazılmasına itiraz eder ve bunun silinip yerine “Muhammed b. Abdillah” yazılmasını ister. Efendimiz, Hz. Ali’ye “Allah Resulü” ifadesini silmesini emreder fakat Hz. Ali (radiyallahu anh) derin sadakatinden “Hayır! Allah’a yemin olsun ki asla adını silemem.” der. Bunun üzerine Efendimiz, “sahifeyi aldı, pek iyi yazamıyordu ve (adını) yazdı.”[50]
Bu ifade ile alakalı Buharî şarihi Aynî şunları söylemektedir: Hz. Ali’ye adını yazmasını Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) emrettiğinden mecazi olarak bu yazma işi ona isnat edilmiştir. Süheylî’nin de dediği gibi gerçekte ifade şu şekildedir: “Allah Resulü, Ali’ye yazmasını emretti.”[51] Nitekim bazı rivayetlerde sadece, Hz. Ali’nin işaretiyle Efendimiz’in ibareyi sildiği sonrasında da anlaşmanın akdedildiği mevcuttur.[52] Bu durum isnadın mecazi olduğunu desteklemektedir. Ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir defaya mahsus mucize olarak adını yazmıştır. Fakat bu yaklaşım alimler nezdinde itibar görmemiştir. Nitekim bu mütalaa ilk olarak Ebu’l-Veli el-Bâcî tarafından dile getirildiğinde Endülüs uleması onu Kur’an’a muhalefet etti gerekçesiyle zındıklıkla itham etmiştir.[53]
Efendimiz, “Hudeybiye musalahasında kaleme alınan metne adını yazdı.” şeklinde yapılan rivayet sahih olsa ve bu ameliye mucize babından addedilmese, yine de bu durum yenilikçilerin iddiasına delil teşkil etmez. Zira adını tam olarak yazamayacak kadar yazıya yabancı olan bir peygamber nasıl olurda insanlık tarihinin en büyük söz ustalarını, mütefekkirlerini susturan muciz bir kitabı –haşa- kaleme alabilir?! İşte küfür diğerleri gibi bu faraziyenin de cevabını vermekten acizdir.
Sonuç
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatının hiçbir devresinde ne bir metni yazdı ne yazılı bir metni bakarak okudu.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğundan bahseden ayet-i kerimeler Medenî’dir. Sadece okuryazar olmadığını bildiren ayet mekkîdir.[54] Konu ile alakalı hadislerin tamamı ise Medenî’dir. Bu durum ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.
Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların bilgisinden bahseden kitabı tebliğ etmesi ve bu kitabın dünyanın en çok okunan kutsalı olması ilim tarihinin en büyük hadisesidir. Bu durumu gölgelemek isteyenler Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğunu reddetmektedirler.
Siyer kitapları, hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen onun okuduğundan ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedirler. Bir an okumayı mucize olarak öğrendiği düşünülse, bu da herhangi bir metni okuduğuna dair açık bir rivayet olmaması ve mucizelerinden bahseden eserlerde meselenin tadat edilmemesi cihetleriyle merduttur.
Ümmîlik okuryazar olmanın zıddıdır. Alimin karşıtı ise cahildir. Âmânın, alim olabilmesi gibi ümmî de alim olabilir. Bilgisi beşeri olan ümmîler için geçerli olan bu durum bilgisi ilahi olan peygamberler için evleviyetle geçerlidir. Bu yüzden ümmîlik Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) için nakısa değildir. Bilakis ümmîlik onun (sallallahu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.
Lisaniyâtçı, müfessir ve muhaddisler başta olmak üzere bütün alimler iştikakı hangi kelimeden olursa olsun ümmîliği okuma yazma bilmemek olarak yorumlamışlardır. Bunlar dışında alim olmadığına göre günümüzde ümmîliğe farklı manalar yükleyenlerin ifadeleri zandan ibarettir. Arap dili ve Kur’an-ı Kerim’in müsaade etmediği bu anlama ameliyesinin tek kaynağının oryantalizm olduğunu tasrih etmek kelam israfı olacaktır.
Dipnotlar:
[1] el-Cürcânî, et-Ta’rifât, Beyrut, 2000, s. 157.
[2] et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, İstanbul, t.y., s. 60.
[3] el-Cürcânî, a.g.e., s. 157.
[4] el-Cürcânî, a.g.e., 157.
[5] Bkz. Şûra(42): 13.
[6] Kıyâme(75): 16-17-18.
[7] A’lâ(87): 6.
[8] Kadı İyaz, İkmâlu’l-Mu’lim bi Fevâidi’l-Müslim, (Dip not: 3), Beyrut, 2004, I, 335.
[9] Bkz. Yûsuf(12): 102.
[10] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, XII, 34.
[11] İbn Manzûr, a.g.e, XII, 34.
[12] Bu iki ihtimal dışında itibar edilmeyen bir üçüncü görüş daha vardır ki o da Ümmî Mekkeli anlamında kullanılmış olabilir. Çünkü Mekke’nin adlarından biri Ümmü’l-Kurâ idi. Bkz. Kurtubî, el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 2000, VII, 190.
[13] Âlûsî, Rûhu’l-Meanî, Beyrut, 2005,V, 75.
[14] Fahruddîn Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut, 1990, XV, 20.
[15] Razî, a.g.e., XV, 20; Ebû Hayân, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut, 1993, IV, 432; Âlûsî, a.g.e., V, 75.
[16] Halil İbrahim Molla Hatır, en-Nebiyyu’l-Mustafâ, Mekke, ty., s. 174.
[17] Cum’a: (62): 2.
[18] Âl-i İmrân(3): 20.
[19] Âl-i İmrân(3): 75.
[20] İbn Kesîr, Tefsîr-u İbn Kesîr, Beyrut, 1399, I, 292.
[21] Elmalılı M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ty., II, 393.
[22] A’raf(7): 157.
[23] Ahmed, Müsned, I, 257.
[24] A’raf(7): 158.
[25] Bakara(2): 78.
[26] Hemen bütün müfessirler ümmî kavramını “okuma yazma bilmeyen kişi” şeklinde anladıklarından birkaç sayfalık yer kaplayacak olan benzer ifadeleri verip makaleyi uzatmaktan sarf-ı nazar ettik.
[27] Ankebût(29): 48.
[28] Her ne kadar Allah Resulü’nün risaletini inkar ettilerse de şüphelerini destekleyecek bir delil bulamadılar.
[29] Şûrâ(42): 52.
[30] Furkan(25): 32.
[31] Buharî, Savm 13; Müslim, Siyam 2; Ebû Dâvud, Siyam 4; Nesâi, Siyam 17; Ahmed, Müsned, II, 43.
[32] Mâ ene bikâriin ifadesindeki ”mâ” nafiyedir. Eğer istifhamiyye olsaydı “kâri” kelimesini başına “bâ” harfi cerrini alması uygun olmazdı. Bâ olumsuz anlamı tekit etmek için gelen zaid bir harftir.
[33] Alâk(96): 1-5.
[34] Bahârî, Vahy ? 1
[35] İbn Mace, Züht 37.
[36] Ahmed, Müsned, II, 172, 212..
[37] Ebû Davud, Salat 178-179.
[38] Müslim, İman 33.
[39] Kurtubî, a.g.e., VII, 190.
[40] Eğer Allah Resulü okuryazar olsaydı stratejik önemi haiz bir mektubu Übeyy’e okutmaz sonrasında da ondan saklamasını talep etmezdi. Bkz. Muhammed Rıza, Muhammed Resulullah, Beyrut, ty., s. 80.
[41] Ankebût(29): 48.
[42] Furkân(25): 5.
[43] İbn Manzûr, a.g.e., I, 698; Molla Hatır, a.g.e., s. 140.
[44] Bkz. Molla Hatır, a.g.e., s. 111.
[45] Kurtubî, a.g.e., , X, 117)
[46] İhsan Şenocak, “Kur’an-ı Kerim ve Marjinal Gruplar”, İnkişaf Dergisi, Bahar 2007, sy. 8, s. 1.
[47] Nisâ(113): 4.
[48] Furkân 32.
[49] A’la(87): 6.
[50] Buharî Meğazî 45.
[51] Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2001, XVII, 351.
[52] Ebû Ya’lâ, Müsned, III, 261.
[53] el-Keşmîrî, Feyzu’l-Bârî, (Dip not: 1), Beyrut, 2005, V, 97.
[54] Ankebût(29): 48

PAYLAŞ