Ehl-i Sünnet Müslümanlığın Kendisidir

ehlisunnetSahabe asrından sonra İslam  fütuhatı genişlemeye başladı. Farklı kültürlerden ve dinlerden kitleler  halinde İslam’a girişler başladı. Bir taraftan farklı kültürler ve dinlerin, bir taraftan içerideki bir takım  arızalı anlayışların, yapıların etkisi ile Saha­be Asrı’nın sonlarına doğru saha­benin hiç görmediği, duymadığı bir takım fikirler, görüşler duyulmaya, görülmeye başlandı. Dolayısıyla Ehl-i sünnet dışı, Ehl-i sünnet’e aykırı fikirlerin, görüşlerin tarihi o zaman dilimine kadar gider.
O zaman, sahabenin genç kuşağı hayattaydı ve bu oluşumlara karşı nasıl tavır  takınılması gerektiği konusunda bize de örnek oldular. Efendimiz’den  (s.a.v) gördükleri, işittikleri şeyler,  aldıkları terbiye ve formasyon, bu yabancı fikirler karşısında nasıl bir  tavır takınmaları gerektiğini de öğ­retmiş oldu. Bu yabancı oluşumlar ve fikirler tarih ilerledikçe, zaman bize doğru geldikçe artarak devam etti. (Sifil, 2015) 1)
Sahabe arasındaki bir takım hadiseleri bahane eden ve bilahare ortaya Şiilik diye çıkacak olan akım, bazı Emevi idarecilerinin de yanlış politikalarıyla, toplumda oluşan tepkiler, bunların vücut verdiği bir takım itikadı anlayışlar, bir tarafta Mürcie, bir tarafta Mu’tezile, bir tarafta Cebriyye…
Zaman içerisinde bu gibi mezhepler, bir kısmı ağırlıklı olarak siyası görüşleri de ihtiva etti­ğinden bid’at mezhepler yayıldı ve İslam toplumunda tartışma konusu oldu, gündem teşkil etti. Bunlarla ilgili İmam-ı Azam Ebû Hanife Haz­retleri başta olmak üzere Tabiîn nes­linden itibaren tedbirler alındı; ilmi anlamda bu bid’at görüşlerin cevabı verildi, iddiaları tartışıldı ve çürütül­dü. Hicri beşinci ve altıncı asırlara geldiğimizde büyük ölçüde İslam toplumunun gündeminden düştü.

Ehl-i Sünnet Ve’I Cemaat’in mües­seseleşmesi, her alanda kudretli alimlerin yetişmesiyle, insanların bilinçlenmesi neticesinde bu fikirler toplumda yer edemez hale geldi.

Tarihe bir bütün olarak baktığımız­da şunu görüyoruz: İslam ümmeti ilmen ve siyaseten ne zaman zayıflamışsa bu türlü akımlar hortlamış ve yer altından yer üstüne çıkmıştır. Sahabe arasındaki o kargaşa ve karışıklıklar siyası bir zaaf olarak  ortaya çıkınca, Şiilik dediğimiz akım kendini gösterdi. Emevi-Abbasî çekişmesi esnasında Mu’tezile, Cebriyye, Mürcie dediğimiz akımlar ortaya çıktı.
Abbasîlerin zayıfladığı dönemlerde Batînî, Karmatî akımları ortaya çıktı. Hatta gene bu dönem­de bir kısım Müşebbihe, Mücessi­me dediğimiz taifenin de önemli fitne olaylarının altına imza attığını biliyoruz.
Şimdi tarih tekerrür ediyor. İslam ümmeti ilmen ve siyaseten zayıflamış durumda. Bu, tarihin tekerrürü dediğimiz şeyi önümüze koyuyor. Bir takım bid’at akımlar, -gerek iç gerek dış kaynaklı- bu zaafı bir fırsat, bir ganimet biliyor ve ortaya çıkıyor; güçleniyor, yayılıyor ve kendisini gösteriyor. Elbette bu akımların bu derece yayılmasında sadece İslam ümmetinin ilmen ve siyaseten zayıflaması yok.
Aynı zamanda bunların örgütlü, planlı ve  programlı bir şekilde çalışmasının, arkasında devasa bütçeleri bulun­duruyor olmanın etkisini de görüp bunların hepsini bir arada değerlen­dirmemiz lazım.

Ehl-i sünnet’in bu noktada önemi nedir?  Ehl-i sünnet olmak neyi ifade eder?

Cenab-ı Hakk, Kitab-ı Mübin’i gönderirken aynı zamanda onun fiili pratiği nasıl olacak, hayata nasıl aktarılacak, bunun da gösterme sorumluluğunu Efendimiz’e (s.a.v) yükledi. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v) “Cenab-ı Hakk’ın muradı nedir, biz­den Cenab-ı Hakk ne istiyor?” gibi soruların cevabını yirmi üç senelik peygamberliği süresince bize en ideal biçimde gösterdi ve “Cenab-ı Hakk sizden böyle bir müslümanlık istiyor.” dedi. Efendimiz’in (s.a.v) hayatı da budur.
Birinci sorunun cevabında ifade ettiğim o iç-dış etkenler, karışıklıklar vs. ortaya çıktığı zaman Efendi­miz’in (s.a.v) öğrettiği bu İslam, bid’at akımlar tarafından inancıyla, ahlakıyla, yaşantısıyla ve pratiğiyle orasından burasından çekiştirilmeye başlandı. Yani Efendimiz (s.a.v) bir konuda bir şey söylemişse o öyledir.

Bizim için ona yüklenen peygam­berlik, tebliğ, tebyin misyonu gereği biz dini ondan öğreniyoruz. O ol­masaydı, biz Kur’an-ı Kerım’i bile öğrenemezdik. Nereden bilecektik Cenab-ı Hakk bizden ne istiyor?

Dolayısıyla onun beyanı, açıklama­sı, talimatı dururken bizim kendi kafamızdan, kendi hevamızdan bir şey söylememiz asla ve kat’a doğru olamaz. Ehl-i sünnet derken biz bunu anlıyoruz.

Sünnet ne demişse ona teslim olan insana Ehl-i sünnet denir.

E, bunun karşısında yer alan kişi, gurup, akım ne ise bu da Ehl-i bid’attır. O ne diyor: ”Peygamber’in bir konuda ne dediği beni çok fazla enterese etmez. Ben kendi aklıma, kendi doğrularıma bakarım.”
İşte Ehl-i bid’at da bunu söylüyor özel olarak. Elbette bunu, böyle doğru­dan, açık bir şekilde, bu tarzda ifade etmiyor. üstünü bir takım şeylerle örtüyor. “Efendim, hadisler haber-i vahiddir. Güvenemeyiz işte, elimiz­de Kur’an’dan başka güvenilecek kaynak yoktur.” diyor.

“Kur’an’a dönüş” cümlesi burada mı karşımıza çıkıyor?

Elbette yani. “Elimizde güvenile­bilecek, bize kadar bozulmadan, dejenere olmadan, beşer müdaha­lesine uğramadan gelmiş tek kay­nak Kur’an’dır, öbürlerinden emin olamıyoruz. Evet itirazımız yok, Peygamber amenna, Sünnet baş üstüne ama güvenemeyiz ki. Bize nakleden insanlar kimdir. tarih içeri­sinde bir sürü şeyler olmuş, hadisler uydurulmuş vs.” gibi gerekçelerle  “Sadece Kur’an’a güvenelim, işin garanti noktası budur. Öbürü hak­kında garanti veremiyoruz.” diyerek bir şalla bunun üstünü örtüyorlar.
İlmî olarak bunun bir kıymeti var mıdır diye baktığınızda, ben şahsen bu konuda insanımızın tereddüt etmesini anlamıyorum. Çünkü soru gayet basit:

  • Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerım’i koruyor mu?
  • Evet koruyor.
  • Peki nasıl koruyor?
  • Ayet-i kerîme var, eminiz. Cenab-ı Hakk buyuru­yor ki “Bu Kur’an’ı, bu vahyi, bu zikri biz indirdik, biz koruyacağız.”
  • Peki nasıl koruyor Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerîm’i?
  • Ümmet ve ümmetin ha­fızları vasıtasıyla koruyor. Sahabe-i Kiram döneminden itibaren Kur’an hep kitleler halinde ezberlenmiş, aktarılmış, yazıya geçirilmiş, tekrar ezberlenmiş. Yani o dönemden bu yana, başından itibaren herhangi bir ayet herhangi bir ücra köşede yanlış okunacak olsa onu düzelten birisi mutlaka bulunur. Bir camiye gidin, imam efendi yanlış okusun, cemaatten biri mutlaka çıkar ve deır ki “Bu yanlış oldu, doğrusu şudur.” Böyle koruyor Cenab-ı Hakk Kur’an-ı  Kerîm’i.

Peki bu insanlar kim?

Bu insanlar, bu ümmetin hafızları. Kur’an’ı koruyan hafızlar aynı zamanda Sünnet’i de koruyor. Kur’an hafızları var, Hadis hafızları var. Şimdi ben bunu anlamıyorum:
“Ama tarih içinde uydurma hadis diye bir şey olmuş, hadis uydurulur­muş, böyle bir vakıa var, uydurma hadisler var.”
Uydurma ayetler yok mu? Uydurma ayetler de var. Kaynaklarına gidin, UIûmü’I-Kur’an kitaplarında uydurma ayetler görür­sünüz. Peki, biz uydurma ayet var diye Kur’an’dan şüphe etmiyoruz da uydurma hadis var diye Sünnet’ten niye şüphe ediyoruz?

Bu aslında aklımıza müsteşriklerin soktuğu bir şüpheden başka bir şey değil.

“Hadis uyduruldu güvenemeyiz, ama Kur’an uydurulmadı.” Hayır, uydurma Kur’an da oldu. Var elimiz­de. Müsteşriklerin bastığı uydurma Kur’an nüshaları var. Şia’nın iddiaları var. İçinde bizim hiç bilmediğimiz, duymadığımız süreler var bu uydur­ma mushafın. Ama biz elimizdeki mushaftan asla şüphe etmiyoruz.
Bu bir çeldirmedir, ayak oyunudur ve ne yazık ki genç kuşaklar bu ayak oyununa çok çabuk kandılar. Ne oldu bu olunca? Hadisler ve Sünnet hayatımızdan çıkınca elimizde Kur’an-ı Kerım, adeta insanların yorumuna, insafına, algısına terk edilmiş ölü bir metin olarak kaldı.
Geçen gün bir Felsefe profesörü Hac’da geçtiğimiz günlerde yaşanan facia üzerinden sosyal medya hesa­bından bir paylaşım yapmış. Diyor ki;
“Hac’daki bu facianın sebebi, Hacc’ı getirip bu iki, üç güne sıkıştı­ran geleneksel anlayıştır. Kur’an’da böyle bir şey yok, Kur’an’da Hac ayları var. ‘Hac bilinen aylardır.’ buyurmuş Cenab-ı Hakk. Yani bu aylar içerisine Hacc’ı yayabilirsiniz. Şevval, Zülkade, Zilhicce aylarına yayabilirsiniz.” demektir bu diyor.Şimdi gelenek getirmiş, bunu üç, dört güne sıkıştırmış kardeşim, insanlar birbirini eziyor. Kur’an’da şeytan taşlamak diye bir şey yok. Bu geleneğin icadıdır, kaldırın bunu, bu problemi çözersiniz.’‘ diyor.
Bunu bir Felsefe profesörü söylüyor. Bunu İlahiyat profesörü de söylese hiçbir kıymeti yoktur. Neden?
“Çünkü ben böyle anlıyorum.” zihniyetine, yaklaşımına dayanan bir şey. “Ben böyle anlıyorum!”  Ya hu sen böyle anlayabilirsin. Bu senin kıt aklın, kuş beynin. Ama ben böyle anlamıyo­rum. Ben bir de “Eyyamun Ma’du­dat”ı görüyorum Kur’an-ı Kerîm’de. Böyle bir tabir de var Hac’la ilgili.
“Belirli, sayılı günler.” Sen bunu gör­müyorsun, oradan fetva veriyorsun, ahkam kesiyorsun. “Bu ümmetin alimi, uleması, müfessiri, müctehidi anlayamadı, ben anladım.” diyor­sun.
Ama sıkıntımız şurada: Bu, sö­zün büyüsü, sözün gücü dediğimiz şey “retorik”, usulün, ilmin, birikimin önüne geçmiş. insanlar ilmı ve usulı izahlara bakmıyor, söylenme biçimi­ne bakıyor. Bir sözü büyülü ve çar­pıcı biçimde söylediğinizde kabul görüyor. Otomatik bir şey …

Ne yazık ki biz itikadımızı, sözün büyüsüne terk etmiş durumdayız bugün. Bu çok tehlikeli bir şey. Bu zaaftan kurtulmamız, çıkmamız lazım. Bu psikoloji sağlıklı bir psikoloji değil.

Soruları cevaplarken Mu’tezile, Mürcie ve Cebriye gibi isimler geç­ti. Bu batıl mezheplerin günümüz­de de devamı var mı?

Teknik olarak bunlara “bid’at mez­hepler” diyoruz. Bunlara, sünnet karşıtlığından dolayı bid’at diyoruz. Bu bid’at mezheplerden bir kısmı inkîraza uğramış, devamı kalma­mış, bitmiştir. Bir kısmı olduğu gibi devam etmektedir. Bir kısmı da bir takım form ve muhteva değişiklik­lerine uğrayarak varlığını sürdür­müştür. Şia dediğimiz akım tarih içindeki varlığını aynen sürdürüyor. Yani hicretin dördüncü, beşinci, ve altıncı asırlarında, o oluşum dönümlerinde ne idiyse Şia, bugün aynısıdır. O dönemlerde Mu’tezile dediğimiz akım vardır.
“İslam’ın rasyonalistleri” diyor oryantalistler ona, biraz da haksız bir biçimde. Bugün onları referans aldığını söy­leyen modernist bir ekip var İslam dünyasında. Mu’tezile’nin bir kısım argümanlarını esas alarak, ayağını oraya basarak ama Mu’tezile’nin söylemediği şeyleri söyleyerek kar­şımıza çıkıyorlar. Bunlar kendilerini Mu’tezile ile refere etmeye çalışı­yorlar.
Burada da bir ayak oyunu olduğunu söyleyelim. Bir Harici mantık var, Hariciler bitti. Bugünkü İbadîler tarihteki Hariciler gibi değil. Onların epeyce bir değişikliğe uğramış halidir. Ama Haricilerin usulî bir gerekçeye dayandırdıkları birşey var. Sahabeyi tekfir ettikleri için diyorlar ki “Bunlar kafirdir, bunların naklettiği hadise biz güvenemeyiz.”
Yani Hariciler kurum olarak Hadis’i, Sünnet’i reddetmiyor, nakilcilerini tekfir ettikleri için bunların naklettiği şeye güvenemeyiz diyorlar. Dolayısıyla sadece Kur’an’la yetinmek gibi bir duruşları var. Bugün de aynı gerekçeyle ortaya çıkan bazı kitleler var. Evet, bunlar Harici değil, Haricilerin karakteristik özellikleri bunlarda yok ama bu noktada Haricilerin iddialarını devam ettirdik­lerini görüyoruz.

Ümmetin alimini, muhaddisini örtülü ya da açık itham edip “Bunların naklettiği şeye biz güvenemeyiz, sadece Kur’an elimiz­de var.” diyen bir ekip var. Günü­müzde bunlar Türkiye’de de var, Mısır’da, Pakistan’da , Hindistan’da da var, her yerde var. .. Kur’ancılar ya da Mealciler diyoruz biz bun­lara.

Dolayısıyla bu örneklerde de görüldüğü gibi bir kısmı tarihten aynen, bir kısmı bir takım değişiklik­lere uğrayarak gelen bir Ehl-i bid’at kitle var karşımızda. Bir de tabi onu da unutmayalım, tarih içerisinde Müşebbihe, Mücessime dediğimiz itikat olarak Cenab-ı Hakk’ı insanla­ra, mahlukata benzeten bir kitle var.
Bunlar da -bu kavramı kullanmayı çok sevmiyorum ama meramı ifade için kullanacağım-şiddete meyyal bir kadro. Tarihte de öyleydi. Bun­ların tarihteki ataları da “Bizim gibi inanmayan herkes müşriktir, kafir­dir.” deyip önlerine gelenin kellesini uçuruyordu. Kelle uçurucular olarak tarihte sadece Haricileri biliyoruz.
Bu çok doğru bir şey değil. Harici­lerden bu tavrı alıp daha da kitlesel­leştiren bir ekip var. Bunlar özellikle Bağdat yöresinde çok etkili. Hilafet merkezidir Bağdat, malum. Burada zaman zaman hilafet üzerinde de etkili olacak kadar işi ilerletmişler. Kitlesel ayaklanmalar olmuş. “Bizim gibi inanmayanlar müşriktir, kafirdir. Boynunu vurun!” tavrı oradan geli­yor.
Bu işte günümüzde 18. asırdan itibaren Vehhabîlik olarak Suud’a yerleşti, Suud’da kök saldı. Oradan neşvünema bulup bugün iç-dış kon­jonktüre! gelişmelerle de beslenerek IŞİD olarak karşımıza çıktı. Bu da bir bid’at akımdır. Kendisinden başka herkesi kafir gören, nasların zahirine saplanıp bunu esas alıp, arka plana,  maksada, usule vs. bakmayan, bakacak mecali de olmayan, eline kılıç geçirmişken kelle uçurmayı din­darlık sayan, cennete gitmeye vesile sayan yabani bir anlayış.

Bunlara karşı ümmetin nasıl bir bilinçte olması lazım?

Bunları ortaya çıkaran şartları konu­şurken iki noktaya değinip “İlmî zaaf ve siyasî zaaf” demiştik. Ümmet ilmen ve siyaseten zayıfladığında bunlar ortaya çıkıyor. Bakın, Osman­lı hakimiyetinde bunlar yoktu me­sela, değil mi? Abbasîlerin, Endülüs Emevileri’nin güçlü olduğu dönem­lerde de yoktular. Zayıfladığınızda çıkıyor bunlar.
O zaman çaresi bellidir: Önce ilmen, arkasından da siyaseten güçlü olacaksınız. Siyası gücü sağlamak şu an için elimizde değil. Yakın bir gelecekte de bunu sağlamak çok da mümkün görün­müyor, ama ilmî dirayeti ve kudreti temin edebiliriz, sağlayabiliriz. Bid’at ehli dediğimiz bu insanlar, bunların önemlice bir kesimi bizim toprakla­rımızda yaşayan insanlar, bizim ço-cuklarımız, bizim nesillerimiz yani…
Anadolu coğrafyası amelı mezhep olarak Hanefi ve Şafii’dir, ama itkadî mezhep olarak bu toprakların müs­lümanlığı %99 Ehl-i sünnet’tir. Hadi bir kısım Alevileri, Kars yöresindeki bir kısım Caferileri düşelim, diyelim ki %90’dır, %80’dir asgari. Bu %80 Ehl-i sünnet ve’l-cemaat müslüman­lık bugün büyük ölçüde sarsılmış durumda. Anadolu coğrafyasının her tarafında artık Ehl-i Sünnet’e aykırı Ehl-i bid’at görüşleri savunan gençler çıkıyor ortaya.

Kayseri’ye gittiğimde şaşırmıştım. IŞİD’e en fazla katılımın Kayseri’den olduğunu söylediler. Bir Anadolu şehri Kayseri. IŞİD orada nasıl kök saldı? Gençler nasıl katıldılar bu harekete, bu yapıya? Kafalarını ve gönüllerini boş bıraktık. İtikatlarını onlara güncel, aktüel meselelerle irtibatlandırarak anlatamadık. Bizim ülkemizde İtikat anlatan çok müessese var, çok yapı var, mektep ve medrese var. Fakat güncel problemlerle irtibatlandı­rarak bunu yapamıyoruz.

Önüne bir Nesefi Akaidi metni alıp bunu okumak, okutmak meseleyi çözmü­yor, onu güncellemeniz gerekiyor. IŞİD’in, Şia’nın, Suud’un, Vehhabîle­rin ve Modernistlerin bir takım iddia­ları var.

  • Bu iddialar nedir?
  • Bu akide sistemi bunlara ne diyor, nasıl cevap veriyor? Bunu yapmak lazım.

Bunu yapamadığımız zaman delikanlının önüne iki tane ayet, iki tane hadis koyuyorlar, kafasını çeliyorlar, alıp götürüyorlar. Yani bu kadar basit.

Ehl-i sünnet’in Sahabe algısı neydi hocam?

“Peygamber Efendimiz (s.a.v) terk-i dünya ettikten sonra bu din nasıl yaşanır, peygambersiz bir müs­lüman toplum nasıl olur? Başınız sıkıştığında gidip soru sorduğunuz bir peygamber artık yok. Böyle bir toplum kendi ayakları üzerinde nasıl durur?”
Sahabe bunu başardığından dolayı işin pratik veçhesi bakı­mından bizim için önemlidir. Yani başınıza bir olay mı geldi, önünüze bir problem mi çıktı? Sahabe nasıl çözdüyse biz de öyle çözelim. Sa­habe’yi atlayarak ne Peygamber’e (s.a.v), ne de Kur’an’a gidebilirsiniz. Çünkü o, Kur’an’ın ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) adım adım, gün be gün inşa ettiği tek nesildir. Sahabe’yi aradan çıkardığınızda İslam tarihi de, İslam’ın kaynakları da, pratiği de olmaz. Üstelik Kur’an-ı Kerım’de ve Sünnet-i Nebeviyye’de Sahabe’yi tebcil eden, tazim eden, öven ve metheden yüzlerce nas var. Efendimiz’in (s.a.v) bize talimat­ları var, uyarıları var Sahabe-i kiram hakkında.
Dolayısıyla sahabe, bizim için vazgeçilmez bir kuşaktır. Bunun için Ehl-i sünnet hadis alimleri “Sahabe-i kiram bütün olarak udul­dü.” demişler. i
İmam-ı Azam Ebu Hanîfe Hazretleri’nin Akaid metinleri elimizde mevcuttur ve orada kendi­si “Sahabe’yi sevmek bizim dinimiz­dir, imanımızdır, itikadımızdır.” der. Bu kadar vazgeçilmez bir kuşaktır Sahabe bizim için.

Ehl-i sünnet kavramının içi bilinçli olarak boşaltılmaya çalışılıyor. Buradaki ana neden sizce nedir?

Burada biraz da çuvaldızı kendimize batırmamız lazım. Çünkü Ehl-i sünnet gibi mübarek bir kavramı içini dolduramadan, hakkını veremeden kullandığınız zaman aşındırıyorsunuz. İçi boş bir şey haline geliyor. Bunu biz yapıyoruz. Ehl-i sünnet adına piyasada iş gören, konuşan, ahkam kesen bir sürü insan var. Kar­şı taraf buna baktığında “Kardeşim, Ehl-i sünnet bu mudur? Bu bana la­zım değil.” diyor. Bu çürümeyi biraz da biz yaptık, bizden kaynaklandı. İçini dolduramıyoruz ya da yanlış biçimde dolduruyoruz. Ehl-i sünnet nedir? Tarih içinde bunun pratiği nasıl oldu? Akidede, İslamı ilimler­de, ahlakta ayağını nereye bastı? Bugün bakın, piyasada Ehl-i sünnet adına konuşan insanların önemlice bir kesiminin ahlakı açıdan eleştiril­diğini görürsünüz. Bu çok önemli bir şeydir. Bu nasıl bir itikattır ki müda­faasını yapanlar bakımından bile or­taya ahlaklı bir yapı koyamıyor. Bu tabi ki insanlar tarafından ironiyle karşılanacak, insanlar bununla dalga geçecek. İçini dolduramıyorsunuz çünkü.

Sizce, herkes böyle midir?

Tabi ki değil. Bu kavrama vurgu yapan insanlar iyi ki de yapmışlar. Ümmetin gündeminde böyle bir şey olmuş, oturmuş, kökleşmiş ve yerleşmiş. Yeni gelen nesillere “Ehl-i sünnet diye bir hakikat var.” diyor. Ama içini doldurmak lazım.
Bu da, bu alana yatırım yapmakla ilgili, özellikle ilmı noktada bu kavramın içini doldurabilecek, hakkını verebi­lecek nesillerin yetiştirilmesine bağlı bir şey. Medya önemli bir güç. Hatta medya için artık “Birinci Kuvvet” diyorlar. Medya üzerinden biz, yeni yetişen gençlere, nesillere etkili bir şekilde dezenformasyonu denge­leyecek, etkisizleştirecek biçimde İslam’ı anlatamıyoruz.
Geçenlerde benim “Mahşerin Üç Atlısı” diye tanımladığım kişiler bir televizyon kanalında program yaptılar. O gün benim haberim yoktu, İstanbul dışındaydım. Belki onlarca telefon aldım. İnsanlar tutuşmuş bir vaziyette . “Ne yapın edin, bunlara cevap verin!” diyorlar. Bu kadar etkili yani. Bu insanların orada bir, iki saat için­de söylediği şey kim bilir kaç yüz bin insanı zehirledi.

Peki hocam, burada Ehl-i sün­net’in ayırt edici vasıfları neler?

Ehl-i sünnet bir ideoloji değil. Ehl-i sünnet müslümanlığın ta kendisi.

Müslümanlık dendiğinde aklımıza ne geliyor?
İtikadıyla, ibadetiyle, ahkamıyla, ahlakıyla, devletiyle, top­lumuyla, kurumlarıyla ve bireyiyle aklımıza ne geliyorsa Ehl-i sünnet de odur. Tarihe gözünüzü çevirin, ba­kın, ne görüyorsunuz? Müesseseler görüyorsunuz, devlet görüyorsunuz, cihat, züht, ilim, medeniyet ve kültür görüyorsunuz. Ehl-i sünnet bunların hepsidir.
Tarihteki o ihtişama bakın, bugün Ehl-i sünnet adına konuşan insanların ortaya koyabildiği şeye bakın. Bu ikisini bir kıyaslayın, farkı göreceksiniz. Bir önceki soruda sor­duğunuz şeyin cevabı biraz da bu­rada. Yani niye bu kavram bu kadar dillere pelesenk oldu? Niye bir ironi meselesi oldu?
Çünkü tarihteki o şeyi biz temsil edemiyoruz. Bu alana yatırım yapamıyoruz. Bu aklımıza gelmiyor. Hakikaten önemli bir şey bu. Osmanlıya bakın, Osmanlı, büt­çesinin en önemli payını her zaman için ilmiyeye ayırıyordu. Biz ilmiyeye ne kadar yatırım yapıyoruz? Bu çok basit bir şey.
Osmanlı yıkıldıktan son­ra bizim bu toplumda, hatta genel olarak İslam toplumunda, İslamı ilimlerde ne kadar orijinal öğretim yapabildiğimize bakın, problemi anlarsınız.

Bir İbn Abidîn ortaya çıka­biliyor mu mesela? Bir Mustafa Sabri Efendi, bir Zahid el-Kevserî ortaya çıkabiliyor mu İslamı ilimlerde. Çıka­mıyor. Niye? Onu yetiştiren mües­sese yok da ondan. O müesseseye yatırım yapacak firaset, basiret yok. Bu olmayınca öbürü de olmuyor. Otomatik bir şey zaten bu. Oluşan boşluğu mutlaka birileri, bir şeyler dolduruyor yani.

KAYNAK: Ebubekirsifil.com

PAYLAŞ