İTİKATTA HADDİNİ AŞAN DİPLOMALI CAHİLLER !!!

Resul Bölükbaş Hoca Efendi:
Bazı kimseler vardır ki, diplomasına, etiketine aldanarak cehaletinin farkında olamıyor. Adeta kendini nerdeyse itikadi ve ameli sahada mütefekkir ve müctehid görebiliyor. Çıkıp televizyonda milyonların huzurunda nezih itikada sahip olan milletimizin itikadını ifsat etme gayreti içinde olduklarını üzülerek müşahede ediyoruz.
Bazıları çıkıyor Kur’ân-ı Kerîm’de varolan ahkam ayetlerine; “bunlar tarihseldir asırlar önceki zamanla mukayyettir” demek sûretiyle ahkam ayetlerinin lüzumsuzluğunu, hatta tatbikinin uygun olmayacağını söyleyecek kadar ilahi olan bu hükümlere karşı çıkabiliyor.
Diğer bazıları ise çıkıp; “Allah geleceği bilmez” hatta daha ileri giderek: “Allah murad ettiği herşeyi yapmaya kadir olamaz” diyecek kadar kendini kaybetmiş kimseleri duymaktayız.
Bunlar sıradan kimseler değil ilahiyatçı, doçent veya profesör ünvanı ile anılan kimselerdir. Biz bunların hangisine cevap verelim ki, bunlar Mekke müşriklerinin bile söylemediklerini söylüyorlar. Zira Mekke müşrikleri Cenab-ı Hakk’a acziyet veya cehalet nispet etmemişlerdi. Onlar yerlerin ve göklerin ve bu ikisinin arasında varolan herşeyin yaratıcısının Allah olduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın kudretinin sonsuz olduğunu kabul ediyorlardı.
Yüce Allah’ı tesbih ve takdis etmeden ve O Yüce Allah’a noksan sıfatlar izafe etmekle Allah’a bu şekilde inanmanın ne manası vardır. 5 vakit namazda iftitah tekbirinden sonra okuduğumuz duada ve Rükû ve Secdede okuduğumuz tesbihatta, Yüce Allah’ın akla gelen bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemekle, “Allah geleceği bilmez”, “Herşeye kadir olamaz” sözleri arasında ne büyük çelişki olduğu, beş yaşındaki çocukların bile anlayacağı bir husustur.
Bu nasıl tevhid anlayışı ve bu nasıl tenzih? Aslında bunları muhatap almak bile doğru değildir. Bunların psikiyatri profesörlerine görünmeleri ve tedavi olmaları gerekir. Zira bunlarda bir cinnet eseri olduğunda şüphe edilmez. Ama kendileri bil bunun farkında olmayabilirler. Çünkü mecnun cinnetinin farkında olsa, mecnun olmazdı. Bunlar ilahiyatçı ve araştırmacı değil olsa olsa bunlar karıştırıcıdırlar.
Son zamanda televizyon ekranlarında iki ilahiyatçı çıkıp Kur’ân’a göre; “Âdem (A.s.) Peygamber değildir” diyebiliyorlar. Ne garip değil mi? Başka işleri kalmamış beşerin babası Allah’ın halifesi ve ilk Peygamber olan Âdem (A.s.) için böyle bir iddiada bulunabiliyorlar. Yazıklar olsun…
Şimdi Âdem (A.s.)’ın hem Kur’ân’a, hem de sünnete göre şeksiz şüphesiz Peygamber olduğunu delilleri ile beraber arzedelim. Yüce Allah yeryüzünde kendisine bir halife yaratmayı murad ettiğinde bu iradesini Meleklere arzetmesi üzerine, melekler hikmetini öğrenmek istediler. Bunun üzerine Yüce Allah kendisine halife olarak Âdem’i yarattıktan sonra, ona yeryüzünde varolan tüm eşyanın isimlerini öğretti. Daha sonra o eşyayı meleklere arzetti. Eşyanın isimlerinin ne olduğunu Meleklere sordu. Melekler ise acziyetlerini beyan ederek Allah’tan özür dilediler.

Daha sonra Yüce Allah Âdem (A.s.)’a yeryüzündeki eşyanın isimlerini meleklere bildirmesini emretti. Âdem (A.s.)’da tüm eşyanın isimlerini Meleklere tek tek saydığında, Yüce Allah (C.c.) Meleklere; “İşte görünüz Âdem (A.s.) sizden daha kıymetli ve halife olmaya layık olduğunu anladınız değil mi?” dercesine beyanda bulundu. Bu hakikat Bakara Sûresinin 30, 31, 33, 34, 35 âyetlerini okursak mesele daha anlaşılmış olacaktır;
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu.

Ve (Allah), Âdem’e, (Allah’ın) isimlerinin hepsini (bu isimlerdeki hikmetleri) öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek dedi ki: “Haydi sadıklardan iseniz bunları isimleri ile bana haber verin (söyleyin).”
(Melekler): “Seni tenzih ederiz.” dediler. “Senin bize öğrettiğinden başka (hiç) bir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, Alîm’sin (en iyi bilensin), Hakîm’sin (hikmet sahibisin).”
(Allah): “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver (bildir).” dedi. Âdem onları isimleriyle onlara bildirdiği zaman (Allah, meleklere): “Ben size demedim mi, muhakkak ki Ben, göklerin ve yerin bilinmeyenlerini bilirim.Ve sizin açıkladığınız ve (içinizde) gizlemiş olduğunuz şeyleri de bilirim ?” dedi.
Ve meleklere: “Âdem’e secde edin.” dediğimiz zaman İblis hariç, (onlar) hemen secde ettiler. (İblis) direndi ve kibirlendi. Ve kâfirlerden oldu.
Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin, cennette yerleşin. Oradan (oradaki yiyeceklerden) dilediğiniz yerden bol bol yeyin. Ve bu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz.”
[BAKARA SÛRESİ, 30, 31, 32, 33, 34, 35]

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, Cenâb-ı Hakk kendisine halîfe olarak yaratmış olduğu Âdem (A.s.) ile bir iletişim içinde Ona bazı şeyleri emredip bazı şeylerden men ediyor. Cenâb-ı Hakk’ın Âdem (A.s.) ile böyle bir iletişim içinde emredip nehyetmesi, ancak O’nun vahye mazhar bir Peygamber olmasıyla mümkündür. Âdem (A.s.) ile Yüce Allah arasındaki bu muhavere ve mükaleme Âdem (A.s.)’ın Peygamber olduğunun açık delilidir.
Ayrıca Âdem (A.s.)’ın Peygamber olmaması demek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmete aykırı olarak O’nun yaratmış olması demektir. Zira Cenâb-ı Hakk Âdem (A.s.)’ı ve onun zürriyyetinden gelen insanları kendisine halîfe yani Allah namına, Allah’ın ahkamını icra edecek olan varlıklar olarak yaratmış olduğunu yine kendi kelamından öğrenmiş bulunuyoruz.
Âdem (A.s.)’ın Peygamber olmadığını söylemek Allah-û Azimüşşân’ın onu mükellef kılmadığı manasına gelir. Halbuki Allah (C.c.) Âdem (A.s.)’a ve onun zürriyyetine bazı şeyleri emretmiş bazı şeyleri yasaklamıştır. Bundan dolayıdır ki Âdem (A.s.)’ın iki oğlundan biri olan Kâbil, diğer oğlu Hâbil’i öldürmesinden dolayı çok elim bir cezaya çarptırılacağına dair Kur’ân âyetleri ferman etmektedir.
Şayet Âdem (A.s.) Peygamber değilse Hz. Âdem, Hâbil’e; “bu kızla” Kâbil’e de; “diğer kızla” evlenmesi gerektiğini ve bunun böyle olmasının uygun olacağını, aksi halde haram işlemiş olacağını beyan ediyor. Demek oluyor ki, Âdem (A.s.) bazı şeyleri emretmiş bazı şeyleri de yasak etmiştir. Vahy-i İlâhî olmadan emretmek ve nehyetmek mümkün değildir. Öyleyse Âdem (A.s.)’ın vahye mazhar olduğunda asla şüphe edilemez.
Ayrıca Kâbil’in Hâbil’i öldürmesinden dolayı elim bir azaba düçar olacağına dair deliller ortadadır. Halbuki Allah-û Azimüşşan İsrâ Sûresi 15. Âyetinde buyuruyor ki;
مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً
“Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.” (İSRÂ, 15)

Bu âyetten anlaşılıyor ki Peygamber gönderilmeyen fert veya topluma azap edilmez. Eğer Âdem (A.s.) Peygamber değilse ona ve çocuklarına adam öldürmenin haram olduğunu kim bildirmiştir?..
Hulasa-i Kelam Yüce Allah kendisine halîfe olarak icrâyı adalet etmek üzere yaratıp sonra onu başıboş kendi haline terk etsin, bu asla mümkün değil. Nitekim:
أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَن يُتْرَكَ سُدًى
“İnsan başıboş (sorumsuz) bırakılacağını mı zannediyor?” (KIYÂME, 36)

buyurmak sûretiyle, Yüce Allah yarattığı hiçbir insanı tekliften vareste tutmayacağını beyan ediyor ve aynı zamanda hekim olan Allah, akıl sahibi olan halîfesini başıboş kendi halinde yaratması hikmetine aykırıdır ki, Allah hikmet harici iş yapmaktan münezzehtir.
Televizyonda gördüğüm iki ilahiyatçının “Kur’ân’a göre Âdem (A.s.) peygamber değildir” şeklindeki hezeyan dolu konuşmalarını ciddiye aldığımdan dolayı bu yazıyı yazıyor değilim. Bunlar ciddiye alınmayacak kadar cahil olduklarının delili olarak, yine kendi konuşmalarında geçen ifadeyi arzedeyim
Bunlardan biri diğerine; “Hocam, Âdem kelimesinin kök manası nedir?” diye sorduğunda diğer ilahiyatçı verdiği cevap cehaletini ispat bakımından yeterli delildir. Verdiği cevap şudur; “Âdem (YOK) demektir”
Halbuki Âdem kelimesinin manası; “buğday renkli, esmer” manalarına gelmektedir. Adı geçen ilahiyatçı o kadar cahil ki, latin alfabenin “A” harfini, Arapçanın ع harfi ile karıştırarak onu َعَدَمْ yani yok manasına geleceğini anlayacak kadar cahil. Hatta cahil demek eksik kalır ona “Echel” demek daha uygun olur.
Ne olur haddimizi bilelim, boyumuzu aşan işlere burnumuzu sokmayalım. Siz belki cehaletinizi bilmeyecek kadar cahilsiniz. Ama bu memlekette sizin cehaletinizi farkedecek âlimlerin olabileceğini düşünmemiz lazım. İşte cehalet örneğiniz bu ilim ve bu kafayla taa gerilere gidip Âdem (A.s.)’ın peygamberliğini sorgulayacak kadar aşağılıklara düşmeyin. Yüce Allah sizin gibiler için A’raf Sûresinin 179. Âyetinde şöyle buyuruyor;
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
“Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık). Onların kalpleri vardır, onunla fıkıh (idrak) etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir.” (A’RAF, 179)

Bu cahillerden dolayı yazdığım kelimelerden dolayı okuyucularımızdan özür dilerim.
Selam ve Dua ile
KAYNAK: [LÂLEGÜL DERGİSİ, SAYI: 27, MAYIS 2015, SF: 26-28]

PAYLAŞ