Osmanlı Tasavvufla Yükseldi

Osmanlı tarihini yazmış olan yerli ve yabancı bütün müellifler, daha ziyade zahiri sebep ve hadiseler üzerinde dururlar.Ancak bu sebeplerin birde ledünni iklimi, yani iç dünyası vardır ki bunun asıl özü ve mayası, ilk kuruluş günlerinde daha net olarak görülür.

Moğol istilarıyla dağılan Selçuklu Devletin’den sonra Anadolu Türk-İslam birliği parçalanmıştı.Anadolunun bölünmüş manzarası adeta bir kör dövüşüne dönüşmüştü.
Böylesine buhranlı bir devirde ızdırapların teskini ve siyasi bir otoritenin teşekkülünün zarureti, manevi rehberliğe olan ihtiyacı had safhaya yükseltmişti.

İşte Anadolu’da Yunuslar, Mevlanalar’la başlayan tasavvufi irşadın Şeyh Edebali’de zirveleşmesi, bu ihtiyaç ve zaruretle idi.Gerek ahlaki vaziyet, gerekse coğrafi mevkii itibariyle en müsaidi olan Osmanlılar’ın yıldızının parlaması da, bu Hakk dostlarının irşadları neticesi gerçekleşmiştir.
Osmanlı beyliği, kardeş kavgalarına iltifat etmeyerek yüzünü küffara karşı dönmüştür.İslamın gaza ve cihad ruhunu en güzel bir surette ve manevi bir heyecanla yaşamıştır.Neticede İslami irşadın bereketiyle süratle büyüyüp serpilmiştir.

Yüksek manevi irşadın neticesi olarak Osmanlılar, daha başlangıçtan itibaren bir benlik davası gütmemiş, kuru bir istiklal ve cihangirlik sevdasıyla ortaya çıkmamışlardır.
Diğer taraftan bu keyfiyet, dahada şümüllendirilmiş ve Osmanlı Devleti ”Devlet-i Aliyye-i Muhammediyye” olarak da zikredilmiştir.Böylece bu devamlılık şuürunun Peygamber Efendimiz’e kadar dayandırılması ile islam tarihinin bütünü tevarüs edegelmiştir.

Onlar, muvaffakiyetlerini nefsani hakimiyet heveslerine değil, Cenab-ı Hakk’ın rızasına dayandırmayı bilmiş ve fütuhatlarını hep bu ölçü içinde gerçekleştirmeyi başarabilmiştir.Bunun için maneviyat rehberlerinin terbiyesi ile önce nefislerini fethetmişler ve bu zaferleri nefsani hakimiyetin sultası yerine Allah rızası için gerçekleştirme dirayetini göstermişlerdir. Bu başarılarından, nefislerine pay vermekten kaçınmışlar, hareketlerine nefsin gölgesini düşürmemek için ihtimam, dikkat ve gayret göstermişlerdir.

Nitekin dasitani zaferlere nail olan Yavuz Sultan Selim, fanilerin iltifatından pay almamak için Mısır seferi dönüşü İstanbul’a girerken geceyi beklemişti.Ve yine bir sefer dönüşü en başta değil, asker kıyafeti ile askerlerin arasında girmişti.

İşte bu halet-i ruhaniyye içinde bulunan Osmanlı sultanları, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar maaşlı askerlerine her cuma selamlığına gidip gelirken:
‘Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!..” diye bağırtarak kendilerine haricen yapılan manevi irşad ve ikazı resmileştirmek yoluna bile gitmişlerdir.Tıpkı Hazreti Ömer’İn bir kimseye belli bir ücret mukabili devamlı bir surette:
‘Ya Ömer! Unutma, ölüm var’‘ diye söyletmesi gibi.

Osmanlı Padişahları Tasavvuf erbabının elinde dünyayı tanıyorlardı.İstanbul’u fetheden Sultan Mehmed, Hacı Bayram-ı Veli’den icazetli bir tarikat şeyhi olan Akşemseddin Hazretleri’nin manevi terbiyesi ile yetişmiştir.İstanbul’u fethettiği gün:
”Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethine değil, Akşemseddin gibi aziz ve mubarek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasıdır.” demesi şayan-ı dikkattir.

Ya Ebu Eyyub Sultan’ın kabrinin bulunmasını ne ile açıklayabilirsiniz.Hatırlayalım:
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra Resulullah Efendimiz’i evinde misafir eden, 90 yaşında İstanbul surlarının önüne gelen ve oraya defnedilen büyük sahabi Ebu Eyyüb el-Ensari’nin kabrini bulmak istiyordu.Akşemseddin Hazretlerine müracaat ederek:
”Efendi Hazretleri! Ebu Eyyub el-Ensari Hazretleri’nin kabrini nasıl bulabiliriz?” diye sordu.
Hazreti Pir, bir kaç dakika murakabeye durduktan sonra o mubarek ve şanlı sahabinin yerini gösterdi.Oraya işaret olması için bir sopa dikildi. Fakat, Fatih Sultan Mehmed Han, hocasına itimatsızlıktan değil, ancak gönlünün tamamen mutmain olması için geceleyin sopanın yerini değiştirdi.Ertesi gün belirlenen yeri kazmak üzere gelindiğinde Akşemseddin Hazretleri, tekrar murakabeye vardı ve talebesi Fatih’in hayret nazarları arasında:
‘Sultan’ım, işaretimizin yeri değişmiş!..” deyip sopayı eski yerine koydular.Sultan’ın kalbinde zerre kadar şüphe kalmamıştı.Kazım yapılınca büyük sahibinin mezar taşına rastlanıldı.Sultan Fatih, bir türbe ve cami yapılmasını emretti.

Bu olayı hangi tabiat kanunu açıklar.Metaryalist kafalar bu olayı nasıl yorumlarlar?
Bir tarikat şeyhinin ve Allah dostunun terbiyesi altında büyümüştür.İstanbul’u fethetmiştir. Karanlık bir çağı kapatmıştır.Tarihe, ismini altın harfler ile unutulamıyacak ve kaybolmayacak bir şekilde kazımıştır.

Bu, bazı aydın geçinen kara zihinlilere, islamın ilim ve bilim dini olduğu, ilericiliğin İslam ile, tasavvuf ve tarikatlar ile olduğu gerçeğini gösterir.
Bu, medeniyetin manevi bir ruh hali ile kurulacağı gerçeğini ortaya koymaktadır.
İslam hep kazandırmış, müslümanları bu dini yaşadıkları takdirde en ötelere taşımıştır.Öyleki müslümanların ellerinin ulaştığı ve başardığı işlere gavurların hayalleri bile ulaşamamıştır.
Bu noktada, yetişen gençliğe verilen eğitimde islamın saf dışı bırakılmak istenmesinin amacı ne olabilir? Tabiki gavurluk olabilir, başka bir şey değil…Çeşitli oyun ve hileler ile Tarikatlardan ve tasavvufdan insanları tiksindirmek veya nefret ettirmeye çalışmakta bu gavurluğun bir parçası olsa gerektir.
İslamı saf dışı bıraktık, tasavvufu bir kenara attık; hakim değil mahkum olduk.

Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkmış, gaza mahalline doğru ilerlerken bir bağdan geçmek zorunda kalmışlar.Bir üzüm bağı…Büyük padişah hemen emir verir
”Bakın bakalım, bağdan izinsiz yere üzüm alan varsa tez bana haber verile..” bakmışlar ve araştırmışlar koca üzüm bağını.Evet bir salkım üzüm koparılmış ancak alınan salkım yerine parası asılmış.Padişah ”Eğer parasını asmamış olsaydın gazadan vazgeçerdim, çünkü haram yiyen bir ordu ile zafer kazanılmaz.” diyor.Asker ordudan ihraç ediliyor.
Belki askeri üzümü kopardığı zaman kimse görmeyecekti, ancak tasavvuf ahlakı ile kalbine işlediği ”Allah’ım her yerde beni görüyor” itikadı buna izin vermedi.

Padişahlar tasavvufu iliklerine kadar yaşıyorlardı.Öyleki bir karıncayı incitmeyecek bir maneviyata sahiptiler.Şöyle meşhur bir olay vardır:
Kanuni Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhülislam Ebussuud Efendi’den şu beyitle fetva istedi:
Dırahta ger ziyan etse karınca
Zararı varmıdır anı karınca
Padişahın bu fetva talebi üzerine, Ebussuud Efendi de, bir beyitle şöyle cevap verdi:
Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alur karınca
Bir karıncayı bile incitmekten çekinecek kadar mükemmel bir manevi terbiyeden geçmiş bulunan Kanuni Sultan Süleyman Han, hem dirayetli bir kumandan, çok zeki, teşkilatçı bir devlet adamı ve hem de alim ve edip bir şahsiyetti.

Osmanlı devletini oluşturan halkta tasavvuf terbiyesi ile yetişiyordu.Maneviyatın verdiği bu yüksek ruh halini Kurtuluş savaşlarına kadar görebiliyoruz. Düşmanına yardım eden askerlerin öyküsü Çanakkale’de bir destandır.

Halk adeta tasavvufun zirvesini yaşıyordu.Her mahalle veya semtte bir tekke bulunurdu.Halk günlük işlerinin yanında irşad ve tasavvuf sohbetlerine katılırlardı. Öyleki bir mürşide bağlanmayan çok az görülürdü.
Hayat kısmen gece başlardı.Teheccüd namazı için kalkar, seher vaktini zikir ile geçirirlerdi.Sabah namazı ile hayat da başlamış olurdu.Şu meşhur olay halkın manevi ruh halinin zirvesinde olduğunu bize gösterir:

İstanbul’un fethinden sonra Fatih, umumi bir afv ilan etmiş ve bizanslı mahkumları serbest bırakmıştı.Bunlar arasında iki alim filozof papaz kimse vardı.Fatih onlara cezalarının sebebini sordu. Onlar da:
‘Biz, Bizansın en ileri gelen papazları idik.Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezalet ve sefahattan dolayı kendisini ikaz ettik.Akıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik.O’da ikazımıza kızarak, bizi zindana attırdı.”
Bu ifadeler Fatih’in dikkatini çekti.Osmanlı Devleti hakkında düşüncelerini sordu.Onlar da, ancak bir müddet sonra kanaatlerini bildirebileceklerini ifade ettiler.
Papazlar, ellerindeki beratla her yere girip çıktılar.
Sabahın erken saatlerinde bir bakkala giderek birşeyler almak istediler.Bakkal onlara:
”Ben siftah yaptım.Siftah yapmayan komşumdan alın” dedi.Papazlar çok şaşırmışlardı.(Sadece kendisinden alışveriş yapılmasını isteyen mağazaların giriştiği kampanyaları düşünün.)
En kalabalık ve en ıssısız yerlere kadar dolaştılar, herkesle sohbet ettiler.Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlaki üstünlük sahneleyen hallerini müşahede ettiler.

Bir çarşıya girdiler ki, o esnada ezan okunuyordu.Esnaf, dükkanını kilitlemeden camiye gidiyordu.(delirmiş mi bunlar?:) Hiç kimse bir başkasına haset etmiyordu.Sanki herkes birbirinin teminatı gibiydi.Namazlarını huşu içerisinde eda ediyorlardı.Papazlar bu durumuda hayretler içerisinde müşahede ettiler.(Papazlar, hapse girmeden önce günümüzdeki istanbul gibi bir Kostaniyye’de yaşamışlar, hayret etmemek imkansız.)

Papazlar bu halleri görüp şaşkına döndüler.Kaç şehir dolaştıkları halde, mahkemelerde ağır cezalık bir davaya rastlamadılar.Hırsızlık, katil, ırza tecavüz, dolandırıcılık, adeta meçhuldü. (Mahkemelerin günümüzdeki yoğunluğu ve çoğunun gasp, katl ve tecavüz gibi ağır olmasını düşünün)

Bir muhakeme onların çok dikkatini çekti.Hayret içinde kaldılar.
Kadı efendiye bir davalı gelmişti. Davacı şöyle bir mes’ele arzetti:
”Efendim bendeniz bu din kardeşimin falan tarlasını satın aldım.Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım.Küpü alıp tarlasını aldığım bu kardeşime götürdüm.:
-Buyur, bu senindir; al! dedim.
O da:
-Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım.Artık bana helal olmaz!..deyip kabul etmedi.Halbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.”
Kadı Efendi öbür kişiye söz verdi.O da:
-Durum aynen kardeşimin arzettiği gibi vaki oldu.Fakat ben ona tarlayaı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeydim.Nasıl üstündeki mahsulden bir hakkım yoksa, altındandakinden de öyledir” dedi.

Papazların hayretle temaşa ettikleri bu durum, kadı efendi için tabii bir hadise idi.(böyle bir duruma şahit olsak o papazlardan daha çok şaşırırız galiba) İslamı yaşıyan br toplum için bu, en tabi bir haldi.
Kadı, bu iki gerçek müslüman arasında hüküm vermek için güçlük çekmedi.Birinin salih bir oğlu, diğerinin saliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu.Tarafların rızası ile bu iki gencin nikahlarını kıydı.O bir küp altınıda düğün ve çeyiz masraflarına harcattı.

Papazlar bütün bunları gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler.Kızlar, kapıyı açan gençlere:
”Hava karardı, yolumuzu kaybettik.Bizi bu gece misafir edermisiniz.Çaresiziz..” dediler.
Talebeler düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar.Sabahleyinde kızları yolcu ettiler.
Papazlar merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular.Onlarda olan hadiseyi şöyle anlattılar:
”Kendi yerlerini bize terkettiler.Kendileri odanın ucuna çekildiler.Ortadaki mangal ateşine bakıyorlar, bazen ellerine alıp bırakıyorlar ve birbirlerine dehşetle:’Rabbimiz bizleri cehennem azabından korusun.Bizleri anı istikballe değiştiren ahkamlardan eylemesin!..’ diyorlardı.Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile.”

Papazlar, fener semtinde hırıstiyanların bile hallerinin değiştiğini gördüler.Bu müşahedeler ile padişahın huzuruna çıktılar.
”Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyamete kadar devam eder.Böyle bir ahlak ve yaşayışa sahip olan ehli din, elbette hak dindir” dediler ve kelime-i şehadet getirip müslüman oldular.

Bu hadiseyi halkın içinde bulunduğu manevi halin ne kadar yüksek olduğunu anlamamız için aktardık. Bu ahlak ise anadan doğma sahip olunan bir meleke olmayıp, İslami ve dervişane bir eğitim ile elde ediliyor.

Tüm bu yazılanlardan anlıyoruz ki, medeniyetin temelini maneviyat oluşturuyor.Maneviyat ise gerçek şeyh efendilere ve tasavvuf büyüklerine bağlanarak elde ediliyor. Bir şeyhe el vermeden kuru maneviyatçılık yapmak suretten, görünüşten ileri geçemez.

Her şeyhe bağlı olanı da kurtulmuş görmek olmaz.Bir şeyhten el almış ise çalışması lazım, gayret göstermesi lazım. Kibirlenmemesi lazım, kendisini tüm Müslümanlardan aşağı görmesi, tevazu sahibi olması lazım. Zaten tasavvuf da buna bir araç ve vesiledir.Allah’a ulaşmak için bu gibi kötü huylardan arınmak gerekiyor, bunun yolu da tasavvuftan geçiyor.

www.ihvanlar.net

PAYLAŞ