EHL-İ KİTAB İLE İLİŞKİLERDE İNCE NOKTALAR

   Kur’an, aynı inanç birliği içindeki insan gruplarının birbirleriyle ilişkisini, aralarındaki ortak zemini esas alarak “velayet ilişkisi” şeklinde tanımlamıştır. Buna göre;

Mü’min erkek ve kadınlar birbirlerinin velisidir. (9/et-Tevbe, 71)

Münafık erkek ve kadınlar birbirlerindendir. (9/et-Tevbe, 67)

Yahudiler ve Hristiyanlar birbirlerinin velisidir. (5/el-Mâide, 51)

Kâfirler birbirlerinin velisidir. (8/el-Enfâl, 73)

   Üstelik Mü’minler, Ehl-i Kitab’ı ve daha genelde kâfirleri veli edinmekten sakındırılmış (3/Âl-i İmrân, 28; 4/en-Nisâ, 144), Mü’minler’i bırakıp kâfirleri veli edinmenin münafıkların özelliği olduğuna dikkat çekmiştir (4/en-Nisâ, 138-9).

   Bütün bu ayetlerde geçen ve meselenin omurgasını oluşturan kavram “velayet/veli edinmek”tir. Dolayısıyla onun anlam sahasının içini nelerin doldurduğunu tesbit etmeden bütün bu ayetlerin ne anlattığını kavramak mümkün olmayacaktır.

   Müfessirlerin belirttiğine göre buradaki “velayet”, dost tutmak, yardımcı olmak, samimiyet kurmak, dayanmak, güvenmek? gibi anlamlara gelmektedir. Nitekim Kur’an’da, bir taraftan Mü’minler diğerlerini veli edinmekten sakındırılırken, diğer taraftan şöyle buyurulmaktadır: “Sizin veliniz ancak Allah, Resulü ve Mü’minler’dir?” (5/el-Mâide, 55)

   Şu halde bu kavramı “yönetici edinme”ye, ya da “sevgi besleme”ye indirgemek Kur’an’ın izin vermediği “keyfî” bir tevil olur.

   Esasen Mü’minler’le diğerleri arasındaki ilişkinin mahiyeti konusunda daha bir netliğe ulaşmak için “velayet” kavramının çerçevesini aşarak bizatihi “iman” ve “küfür” olgularının ontolojisi üzerinde yoğunlaşmak durumundayız.

   Kur’an, kâfirlerin üzerinde hareket ettiği zemini ele veren ilginç bir durumdan bahseder: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler.” (2/el-Bakara, 11)

   Müfessirlerin belirttiğine göre yukarıdaki ayette (2/el-Bakara, 11) geçen “ifsat”, Allah Teala’ya isyan ve günah anlamındadır. Dolayısıyla yeryüzünde itikadî fesattan başlayarak amelî fesada kadar uzanan bir dizi ma’siyet işlemek kâfirlerin bariz vasıflarıdır. Yeryüzünün düzen ve dengesi Allah Teala’ya itaat ile kaimdir. İsyan söz konusu olduğunda bu düzen ve denge bozulur. Müfessirin-i kiramın, iman ile küfrün ontolojik mahiyetleriyle ilgili hikmet yüklü bir tesbitidir bu?

   Yine rivayet tefsirlerinin zikrettiğine göre, yukarıdaki ayetin tefsiri sadedinde Selmân el-Fârisî (r.a) şöyle demiştir: “Bu ayette anlatılanlar henüz gelmemiştir.” İbn Cerîr et-Taberî, onun bu ifadesini şöyle açar: Selmân (r.a)’ın kasdettiği şudur: Ayette özellikleri zikredilenler, fesat çıkarmak bakımından Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde yaşayanlardan daha şedit ve etkindir.

   Selmân el-Fârisî (r.a) ve onun sözünü keskin bir firasetle şerh eden büyük müfessir ve müçtehid İbn Cerîr et-Taberî (rh.a)’in günümüzü resmettiğini görmemek için ya gözü veya gönlü kapalı olmak gerekir!

    Kâfirlerin değer sistemine, ıslahı ifsat, ifsadı da ıslah olarak gören bir mekanizma hakimdir. Bu sebeple yeryüzüne nizamat vermeyi hedefleyen projeler üretip dünyanın canına okurken aslında ıslah ettiklerini ileri sürerler. Bu sebeple İslâm ile bir arada kullanmaya özen gösterdikleri -ve kendi imalatları olan- “şiddet”, “terör” gibi kavramları kendi ıslah anlayışlarının zemini ve meşruiyet gerekçesi olarak görürler?

   Büyük müfessir İbn Cerîr et-Taberî, “ifsad”ın mahiyeti üzerinde dururken ilgi çekici bir noktaya parmak basar: Yeryüzünde fesat çıkarmanın birçok şekli vardır. Mü’minlerin kâfirleri veli edinmesi de yeryüzünde fesat çıkarmak cümlesindendir. Allah Teala şöyle buyurur: “Allah’a ve ahret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa, Allah’a ve Resulü’ne düşman olan kimselerle dostluk ettiğini göremezsin.” (58/el-Mücâdele, 22)

   İşte bu ahvaldeki gayrimüslimler hakkında mü’minler uyarılmakta ve onları dost, sırdaş, yaran, yar ve yardımcı tutmamaları emir buyurulmaktadır. Hz. Ömer (r.a)’in, gayrimüslim bir yardımcı edinen valisi Ebû Musa el-Eş’arî (r.a)’ı azarlaması ve ardından 5/el-Mâide, 51. ayetini okuması ilginç bir örnektir.

   Tam bu aşamada Bediüzzamaan’ın Münâzarât’daki itirazına değinmek yerinde olacaktır.

   Malum olduğu üzere Bediüzzaman, Meşrutiyet sonrası Doğu’daki Kürt aşiretlerini gezerek Meşrutiyet’in niçin desteklenmesi gerektiğini anlatmaktadır. Bu meyanda muhataplarından varit olan bir soru söz konusu olur: Kur’an Ehl-i Kitap’la dostluk kurmayı yasaklamaktadır. Meşrutiyet ise onlarla müsavat (eşitlik) ilişkisini öngörmektedir. Burada bir çelişki yok mudur?

   Bediüzzaman’ın verdiği cevap bu ayetin ifadesinin mutlak olduğu, dolayısıyla taklide müsait olduğudur. Bediüzzaman burada birkaç unsur daha zikreder. (1) Ancak konu dışı olduğu için onlara değinmeyeceğim. Ancak orada, bizim için önemli olan bir hususun altını çizer ve anlam olarak şöyle der: Bu ayetin hükmünün mutlak olmadığı şuradan bellidir ki, Müslümanlar Ehl-i Kitap kadınlarla evlenebilir. Bir kimsenin böyle bin hanımı olsa elbette sevecektir. Buradan;, Ehl-i Kitab’ı veli edinmeme durumunun belli kayıtlarla mukayyet olduğu sonucu çıkmaktadır.

   Burada önemli bir işkâl var gibi görünmektedir. Öyle ya, kişi Ehl-i Kitap’tan olan hanımını elbette sevecektir; yoksa onunla evlenmesinin ne anlamı olur?!

   İbn Abbâs (r.a), “Ehl-i Kitab’ın kestiklerinden yiyin; kadınlarından (evlenmenizde sakınca olmayanlarla) evlenin. Zira Allah Teala, “Ey iman edenler! Yahudiler’i ve Hristiyanlar’ı veli edinmeyin! Onlar birbirlerinin velisidir. Sizden kim onları veli edinirse onlardandır” buyuruyor. Eğer onlardan olmak onlarla velayet ilişkisi içinde bulunmaktan başka bir şeyle de olsaydı, onların kestiğini yiyen ve kadınlarıyla evlenen de onlardan olurdu.”

   Bu durumda ilgili ayetlerin, münhasıran Ehl-i Kitab’ı “yönetici edinmemekle” sınırlı bir hüküm ifade ettiğini söyleyenlerin haklı olduğu gibi bir sonuç çıkmaktadır.

   Burada durup hadiseyi somutlaştıralım ve Hristiyan bir kadınla evli bulunan bir mü’minin evlilik hayatı üzerinde biraz düşünelim. Akşamları eve geldiğinde ortalık içki kokusundan geçilmiyor. Evde muntazaman domuz eti pişiyor; Noel ve Paskalya törenleri aksatmadan kutlanıyor. Hristiyan kadın, kendi inancına göre mübah/helal olan fiilleri işliyor ve Müslüman koca bundan şikâyet etmeden mesut bir hayat sürüyor!!

   Evin idaresinin, üçüncü şahıslarla ilişkilerin, çocukların yetiştirilme tarzının ve buna benzer hususların ne anlam ifade ettiği üzerinde ayrıca durmaya gerek yok. Zira tek başına bu husus bile Ehl-i Kitab’a mensup bir kadınla evliliğin nasıl bir zemin üzerine oturması gerektiği konusunda bize net bir fikir verecek mahiyettedir.

   Şurası açık ki bir müslümanla evlenmeyi kabul etmiş kitabî bir kadın -teoride olmasa bile pratikte- kendi dinindeki birtakım mübahları/helalleri terk etmeyi göze almış demektir. Aksi halde böyle bir evlilik çürük bir zemin üzerine kurulmuş olacaktır.

   İbnu’l-Hümâm bu noktaya parmak basar ve anlam olarak şöyle der: Hz. Ömer (r.a) Ehl-i Kitap kadınlarla evlenen bazı sahabîleri bundan men ederken, bu kadınlarla evlenmenin haram olduğunu söylememiştir. Onun dikkate aldığı husus şudur: Böyle bir evlilik yapan müslüman için gayrimüslimlere karışma (onların hayat tarzlarını içine sindirme) durumu söz konusu olacak; ayrıca böyle bir evlilik çocuklar için risk teşkil edecektir. Zira küçük yaştaki çocuk annesine daha düşkündür. Dolayısıyla annesinin dini üzere yetişecektir. Bütün bunlar birer “fitne” durumudur. İmam Mâlik, de erkeğin, karı-koca münasebetleri çerçevesinde içki içen karısıyla mübaşeret etmek durumunda kalacağının ve bunun doğuracağı olumsuzlukların altını çizmektedir.
Ehl-i Kitap kadınla evlilik ya bu türlü sonuçları tevlit edecek, ya da kaçınılmaz olarak bunun tersi söz konusu olacaktır. Yani Müslüman koca giderek karısının yaşantısını paylaşmaya, onun gibi olmaya başlayacaktır. Aksi durumda böyle bir evliliğin yürümesi mümkün değildir.
Bu sebeple ulema, evla olan davranışın Ehl-i Kitab’ın kestiğini yememek ve kadınlarıyla evlenmemek olduğunu söylemiştir. Bu hüküm, Kur’an’ın getirdiği cevazla çatışma teşkil etmez. Zira Kur’an’ın hükmü, her durumda ve herkes için yerine getirilmesi gereken bir “emir” değil, gerektiği zaman başvurulabilecek bir “izin/ruhsat”tır.

   Dolayısıyla kâfirleri dost edinmeme emri veren ayetle Ehl-i Kitap kadınla evliliği serbest kılan ayet arasında herhangi bir çatışmanın söz konusu olmadığını söylemek durumundayız.
Bir de ulemanın bu hükmün münhasıran “zimmî” statüsündeki Ehl-i Kitap kadınlar için geçerli olduğuna, Daru’l-harp’te ikamet eden kitabî kadınların ise bu hükmün dışında tutulduğuna dikkat edilmelidir.

   Öte yandan tarih boyunca birtakım gayrimüslimlerin devlet idaresinde yüksek makamlara kadar çıktığı realitesini de gözden uzak tutmamak gerekir. Bu da elbette bir önceki paragrafta vurgulanan “zimmî” statüsünde bulunanlar için bahis konusudur. Bunlar içinde ?Sava Paşa örneğinde olduğu gibi? İslamî ilimlere ciddi şekilde vakıf olanlar dahi bulunmuştur.
Şu halde ilgili ayetlerin nüzul sebebi ile irtibatını, uygulamayı ve ulemanın dikkat çektiği noktaları da dikkatte tutarak Ehl-i Kitab’ın veli edinilmemesi durumunun çerçevesini şöyle çizmek yanlış olmasa gerek: Ehl-i Kitap ve daha genelde bütün gayrimüslimlerin Müslümanlar tarafından dost, sırdaş, yaran edinilmesi yasaklanmıştır. Bu durum, onların özellikle zimmî statüsünde bulunan kesimiyle sınırlı olarak uzmanlıklarından istifade etmek, iffetli kadınlarıyla evlenmek, kestiklerini yemek tarzında ilişkiler kurulmasına mani değildir. Ancak bunun da genel geçer bir serbesti olarak algılanması doğru değildir. Evla olan, bu türlü ilişkilerin “ihtiyaç” durumuyla sınırlı olarak kurulmasıdır.

   İslam’ın Batı tarafından bilinçli ve amaçlı bir şekilde “küresel düşman/tehdit” olarak ilan edildiği ve hemen bütün politikaların bu zeminde şekillendirildiği günümüzde, genel olarak gayrimüslimlerle, özel olarak da Ehl-i Kitap ile ilişki kurarken daha bir dikkatli olmak durumundayız. Kur’an’ın onların tabiatı hakkında bize verdiği haberleri “tarihsel” (o dönemin Ehl-i Kitab’ına mahsus özellikler) olarak görmek ölümcül bir hatadır.

Ebubekir Sifil Hocaefendi

PAYLAŞ