Her İlim Ehlinden alınır uyarısı

“HER İLİM EHLİNDEN ALINIR”

Böyle diyor İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (rh.a) ve devam ediyor: Öyle insanlar vardır ki, bir ilim dalında otorite oldukları halde, bir diğer ilim dalında avam mertebesindedirler.(5)

Bu hayati önemi haiz kaideye riayet edilmediğinde ne olur?

Cevap çok basit: İslam tarihinde gördüğümüz arızalar ortaya çıkar. Açalım: İslam tarihinde kimi zaman pusulaların şaştığı ve Akaid’in hadisçiden, Tefsir’in kelamcıdan, Hadisin mutasavvıftan öğrenilmeye çalışıldığı olmuştur. Bunun sonucunun istikametten şu ya da bu ölçüde “şaşmak” olması kaçınılmazdır.
Elbette bu İlimlerin tamamında yed-i tula sahibi imamlar olmuştur ve onlar hangi sahada olursa olsun konuştuğu, yazdığı zaman hedefi 12’den vurmuşlardır.

Ancak böyle İnsanların her zaman ve zeminde arzu edilen kemiyet ve keyfiyette varlık gösterebildiğini söylemek hayli tartışma götürür.

Asıl mesleği Hadis olduğu halde Akaid/Usulüddin konusunda yazıp konuşan şahsiyetlerin, bu sahada arızalı yapıların oluşmasına sebebiyet verdiğini yine bizzat insaf ehli hadisçilerden öğreniyoruz.
Söz gelimi büyük bir Hadis imamı olan ve hatta Hadis ilminde “İmamların imamı” ünvanıyla anılan İbn Huzeyme, Akaid/Usulüddin sahasında Kitâbu’t- Tevhîd’ini yazdığı zaman, bir başka meslekdaşı, İbn Ebî Hâtim tarafından, “Keşke bu kitabı yazmasaydı; bizler Kelam ilmi tahsil etmedik; bu sahada konuşmamız doğru olmaz” sözleriyle kınanmıştır.

Hatta İbn Huzeyme’nin bizzat kendisi, Kelam ilminin erbabı olmadığını, dolayısıyla bu alanda hata yapmasının normal karşılanması gerektiğini söylemiştir.(6)
İslam tarihi, Hadis kökenli âlimlerin Akaid/ Usulüddin sahasında söz söyleyip eser yazmalarından kaynaklanan çok büyük arızaların, çok büyük karmaşa ve kargaşaların yaşandığının en sadık şahididir. Ve bu arıza bugün de ne yazık ki devam ettirilmektedir…

Şu halde Akaid/Usulüddin sahasında bize kadar intikal etmiş “her şeyi” üstüne kapanarak sahiplenmek ve müdafaa etmek, yalnızca o arızanın devamına ve yayılmasına destek vermek anlamına gelecektir. Şüphesiz bu durum sadece hadisçilere ve onların diğer sahalardaki mesaisine mahsus değildir. Tefsir alanında da bize kadar intikal etmiş birikimi ehil insanların tashih/taz’ifine sunmadan “korumacı” bir refleksle hareket etmenin o sahada geçmişte yaşanmış arızaları bugün devam ettirmekten başka bir anlamı olmayacaktır.

Bid’at ehli tefsircilerin yazdığı tefsirlerin bugün yayılması ve yaşatılması böyledir. Dirayet yönünün çok güçlü olduğu herkes tarafından teslim edilen ez-Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ının, ancak muhtevasındaki i’tizalî görüşlere yazılan reddiye mahiyetindeki haşiyelerle birlikte tedavülde tutulmuş olması bu noktada çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.
Aynı durum Fıkıh ve fukaha için de geçerlidir. Mu’tezile mensuplarının önemli bir yekûnu fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği benimsemiştir.

Tarih içinde Hanefî mezhebinin bilhassa hadis kökenli âlimler tarafından şiddetli tenkitle maruz kalmış olmasının arkasında yatan sebeplerden biri de budur.
Hanefî mezhebine mensup mu’tezilîler hadislere karşı duyarsız davranmış “Hanefîler hadise karşı tavırlıdır” gibi bir anlayış oluşup yayılmış ve maalesef Ümmet’in büyük travmalar yaşamasına sebebiyet vermiştir.
Tasavvuf alanında da durum farklı değildir. Adı “sufi” olarak anılan herkesin söylediği her sözü ve ileri sürdüğü her iddiayı hiçbir ayıklamaya tabi tutmadan muhafaza ve müdafaaya kalkıştığımızda, Fahruddîn er-Râzî’nin “fırkaların en şerlileri” dediği kimse ve kesimleri; bu çerçevede Kerramiyye ve Salimiyye’yi de aklamış,
Ehl-i Sünnet inancına aykırı pek çok yaklaşıma bu fırkalar üzerinden “Tasavvuf” damgalı bir meşruiyet kılıfı giydirmiş oluruz.(7)

Bu bakımdan, söz gelimi Akaid ilmini Hadis kökenli âlimden almaya kalkanlarla Tasavvuf mesleğine mensup âlimden almaya kalkanlar arasında çarpıcı bir paralelliğin bulunması şaşırtıcı değildir.
Şeyh-i Ekber, “vâhdet-i vücud” nazariyesinin tabii bir neticesi olarak âlemin kıdemine kail iken,( İbn Teymiyye, AllahTeala’nın fiilleriyle mahlukatın fiilleri arasında mevhum bir paralellik kurmak suretiyle “havâdis lâ evvele lehâ”ve”nev’in kıdemi”(9) gibi garabetler üzerinden aynı neticeye ulaşmıştır.(10)
Oysa ne Tasavvuf ehlinin vahdet-i vücudu müdafaa etme zarureti var, ne de Hadis ehlinin teşbih, tecsim ve kıdem-i havâdis görüşlerine saplanma mecburiyeti! Bu ikisinin ortası yok mudur? Elbette vardır. Hatta bu ikisini de terk edip Akideyi Usulüddin âlimlerinden almak bir zarurettir!

Bu noktada “altyapı” ile “üstyapı” arasındaki ilişkinin mahiyeti hayatî önem arz etmektedir. Ehl-i Sünnet dediğimiz “altyapı”, Fıkh’ın da, Hadis’in de, Kelam’ın da,Tefsir’in de, Tasavvufun da biricik meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalan ve onunla çatışma halinde olan faaliyet, kimden ve ne adına gelirse gelsin reddedilmelidir.

Ebubekir Sifil Hoca
“Hangi Tasavvuf” adlı makaleden

Rıhle Dergisi – sayı:15

Dipnotlar
5- eS’Seyfu’s-Sakîl mukaddimesi, 12. (Alıntı anlam olarak yapılmıştır.)
6- Bkz. el-Beyhakî, el-Esmd ve’s-Sıfât, 297-9.
7- Bu fırkalar hakkında geniş bilgi için bkz. DİA, XXV, 294 vd.; XXXVI, 50 vd.
8- İbn Arabi’ye göre âlemin varlığı -gölgeye kaynaklık eden varlığa nisbetle gölgenin varlığı gibi-, Allah Teala’nın isim ve sıfatlarına nisbetle gölge gibidir.
Gölgenin, kendisine kaynaklık eden varlıktan ayrılması nasıl düşünülemezse, âlemin de Allah Teala’nın isim ve sıfatlarından ayrılması, yani asıl ile gölgenin birbirinden ayrı olması aynı şekilde düşünülemez.
Dolayısıyla gölgeye vücut veren varlık kadim ise, onun gölgesi de kadim olmak lazım gelir.
Geniş bilgi için bkz. Fusûsu’l-Hikem (Tercüme: A. A. Konuk)/Âdem Fassı”, I, 130;”Şit Fassı”, I,237…
9- Evveli olmayan/ezelî hâvâdis!! Malum olduğu üzere, öncesinde yokluk bulunan, sonradan varlık âlemine çık(arıl)mış bulunan şeylerin ortak vasfı “hâdis”olmalarıdır.
Her hâdis, zaman içinde belli bir noktadan sonra varlık âlemine çık(arıl)dığı için, evvelinde yokluk (adem) vardır. Dolayısıyla varlıklarının bir başlangıç noktası vardır.
Bir şeyin hem varlıkta bir başlangıç noktasının bulunması, hem de “ezelî” olması muhaldir. Hal böyleyken İbn Teymiyye, izahı burada uzun sürecek bir dizi öncülün ardından “havâdis lâ evvele lehâ” gibi mütenakız bir görüşü benimseyebilmiştir!
“Nevin kıdemi”: Allah Teala’nın irade ve meşietiyle meydana gelen “söz söyleme”, “yaratma”, “istiva”… gibi fiillerinin O’nun malum sıfatlarına dayandığı, o sıfatların kıdeminin, bu fiillerin de kadim olmasını gerektireceği gibi bir mantık örgüsünden kaynaklanan problemin çözümü adına ortaya attığı formülasyonun yarısını ifade eden bir tabirdir. İbn Teymiyye’ye göre bu türlü fiiller “ayn/şahıs” olarak hâdis, nev’/tür/cins olaraksa kadimdir.
Yani Allah Teala ezelden beri Arş’a istiva etmektedir. Ancak bu istiva, her an yeni bir arş yaratıp ona istiva etmesi şeklinde gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla Arş da istiva da nev’olarak kadimdir. Bkz. Mecmû’u’l-Fetâvâ, VI, 307; XII, 143 vd…; Der’u Te’ârudi’l-Akl ve’n-Nakl, I, 310, III, 198, Şerhu’Hadîsi’n-Nüzûl,161…
10- Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî, Feydu’l-Bârî’de (I, 166) şöyle der: “Bahru’l-Ulûm (Abdülalî el-Leknevî, E.S), Şeyh-I Ekber (rh.a)’e (mahlukat cümlesinden) bazı şeylerin kadim olduğu görüşünü nisbet etmiştir.
Bu nisbetin sahih olduğunu düşünüyorum. ed-Devvânî’nin, Arş’ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye (rh.a)’e nisbetine gelince (bkz. Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye, 47, E.S), bana göre bu nisbet doğru değildir.”
İmamu’l-Asr, İbn Teymiyye’nin konu hakkındaki görüşünü bizzat tahkik edip itmi’nana ulaşmış mıdır? Bu soruya “evet” diyebiliyoruz.
Zira Feydu’l-Bârî’den sonra kaleme aldığı Mirkâtu’t-Târem’de (61) İbn Teymiyye’nîn “havadis lâ evvele lehâ”yı kabul ettiğini ve bunun hata olduğunu açıkça belirtir.
O bu konuda hakikate vasıl olma şansını yakalamıştır. Ancak Rûhul-Ma’ânî sahibi allame el-Alûsî için aynı şeyi söyleyemiyoruz. İstanbul’a seyahatini anlattığı Garâibu’I-İğtirâbda dönemin şeyhülislamı ile aralarında geçen mübahesede (388),
ed-Devvânî’den başka Arş’ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye’ye dayandıran kimse olmadığı gerekçesiyle söz konusu naklin şüpheyle karşılanması gerektiğini ima eden el-Âlûsî, acaba İbn Teymiyye’nin eserlerinin tamamını inceleme imkânına sahip olsaydı ve mesela Arş’ın nevi kıdemi konusunda yukarıda zikrettiğimiz eserlerindeki sarih ifadelerini görseydi aynı tavrı sürdürür müydü?..

PAYLAŞ