EKBER ŞAH’IN DİNLERİ BİRLEŞTİRME PROJESİ VE İMAM-I RABBANİ

   Dinler Arası Diyalog faaliyetlerini başlatanların ifadelerinde de göreceğiniz üzere muharref veya batıl farketmez bütün din mensuplarını toplayacaklarını beyan ediyorlardı. İşte bu çalışmaların bir benzerini Ekber şah da yapmış, İmam-ı Rabbani hazretleri tek başına savaşmıştı. İşte Altınoluk Dergisinden, Yrd. Doç. Dr. H. Ahmed Özdemir’in kaleminden Ekber Şah ve İmam-ı Rabbani Hazretleri…

Diyorlar ki “Tarih tekerrürden ibarettir”
Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?

Hicri VII/Miladi XIII. yüzyıl… Moğol istilası, Hindukuş’un berisindeki bütün ülkeleri tarihte eşine rastlanmadık biçimde yıkıma uğratmıştı. Bu istîlâdan kurtulabilen birkaç şanslı ülkeden birisi de Hindistan’dı. Fakat Allah tarafından bağışlanan bu huzur ve asayiş, insanları azdırdı. Yönetici sınıfla zenginler zevk ve sefahate düştü, haram yollardan para kazanma ve elbette harama harcama olağan hale geldi, zulüm ve zorbalık hakim oldu, Allah’tan gaflet ve dinden uzaklaşma tırmandı. Bütün bu yanlışlıklar, Hint Türk imparatorluğunun en büyük hükümdarlarından Padişah-ı Gazi Ebü’l-Feth Celaleddin Muhammed Ekber Şah (öl. 1014/1605) zamanında zirveye ulaştı.

Ekber Şah, ülke topraklarını adım adım genişleterek, Hindistan’ı tek bir merkezi idare altında toplamayı başaran ilk hükümdardır. O, iyi bir savaşçı olduğu kadar iyi bir ıslahatçıydı. Vergi konulması ve tahsili, idari teşkilat ve ordu sistemi gibi konularda çok önemli yenilikler getirmiştir.

Fakat Ekber Şah’ın olumsuz icraatları da oldu ve bunların en büyüğü ne yazık ki din alanında gerçekleşti. Ekber, 1575’te Fetihpur Sikri’de büyük bir divanhane inşa ettirdi ve ibadethane adı verilen bu binada (Halbuki tarihin hiçbir devrinde onca sapık akıma rağmen İslâm’ın camiden ve mescitten başka bir toplu ibadethanesi olmamıştır ve olamaz.) saray mensuplarını, Müslüman âlim, edîb ve mutasavvıflarla Mecusi, Hindu, Budist ve Hıristiyan bilginlerini toplayarak dini konularda tartışmalar yaptırmaya başladı.

Hükümdar Ekber’in bu güya ilmi tartışma meclislerinde yavaş yavaş şu görüş hâkim olmaya başlamıştı: İslâm dininin ilk mensupları câhil ve bedevî bir millettir. O halde bu din, Babürlüler gibi uygar bir millete ve gelişen çağa uygun değildir. Artık peygamberlik, vahiy, haşr, cennet ve cehennem… gibi ilahi gerçekler alay konusu olmaya, Kur’an-ı Kerim’in hükümleri hafife alınmaya başlanmıştı. Buna mukabil tenâsüh (ruh göçü) inancı yaygınlaşmıştı. Peygamber Efendimizin miracı ve diğer mucizeleri tartışılıyor, mübarek şahsiyetine, hanımlarına, savaş ve akınlarına tenkitler yöneltiliyor, O’nun Ahmed ve Muhammed gibi güzel isimleri ile öteki Müslüman isimleri başka isimlerle değiştiriliyordu. Namaz, oruç, hac ve diğer ibadetlerle alay edilmeye başlanmıştı.

Ekber Şah’ı etkileyenlerin başında Şeyh Mübarek b. Hıdır en-Nagori ile iki oğlu Feyzi ve Ebü’l-Fazl el-Allâmî gelmekte idi. Hocası Mir Abdüllatif ise, çeşitli din ve mezheplerle ırklar arasında karşılıklı müsâmahaya dayanan dostluk ve barış içinde yaşama fikrini, yani sulh-ı küll’ü benimsetmede etkili olmuştu. Ebü’l-Fazl, Ekber Şah’ın bazı akıl ve mantık dışı çocukça hareketlerine Allah’a yakınlık ve ibadet vasfını veriyor, kaside ve methiyelerinde onu dünyaya ilahi bir vazifenin ifasına gelmiş bir hükümdar gibi gösterip övüyordu.(Bu gün birilerine yapıldığı gibi)

Zaten Peygamber Efendimiz (sas) bozulmanın başlayacağı kesime işaret eden mübarek hadislerinde “İnsanlar arasında iki grup vardır ki, onlar düzgün olurlarsa, halk da düzgün olur, onlar bozulurlarsa halk da bozulur: Alimler ve yöneticiler.” buyurmuştu ve ne yazık ki alimlerden başlayan bozulma yöneticilere doğru yol bulmaktaydı.

Ekber Şah, 12 Rebiülevvel 987 (9 Mayıs 1579)’te düzenlenen bir mevlid merasimi münasebetiyle Fetihpur Sikri Ulu Camii’nde minbere çıkarak Feyzi en-Nagori tarafından kaleme alınan ve kendisini ilahi mertebeye yücelten manzum bir hutbe okudu. Bu olaydan sonra Şeyh Mübarek en-Nagori, Ekber Şah’ı “sultanü’l-İslâm, kehfü’l-enam, emirü’l-mü’minin, zıllullahi ale’l-alemin” olarak tanıtan ve onu dini ve dünyevi meselelerde tartışılmaz otorite olarak kabul eden bir belge (mahzar) düzenledi, ileri gelen alimler de bu belgeyi imzaladılar (Eylül 1579).

Ve nihayet 1582 yılında Ekber Şah, bütün eyalet valilerinin önünde “Din-i İlahi” (Tanrısal Din) diye bir şey kurduğunu resmen ilan etti. Yeni dini şöyle savunuyorlardı: “Hak, doğruluk gibi evrensel gerçekler yalnız ve sadece bir dinde bulunmaz. Bunlar her din ve millette bulunur. O halde her dinde hak ve gerçek olan ne varsa alınmalı, bunlardan, hepsini bir araya toplayan tek bir din meydana getirilmeli, bütün insanlar da ona çağrılmalıdır. Böylece milletler ve dinler arası anlaşmazlıklar son bulacaktır. İşte insanları bir araya toplayacak olan ?Din-i İlahi’ budur.”

dinleri incelemek için kırk kişilik bir komisyon kurulmuştu. Bu komisyon, bütün din ve milletleri hoşgörüyle, hattâ saygıyla incelerken, İslâm’ın adı geçtikçe alay ediyordu. Eğer İslâm’ı savunmak veya karşı iddiaları çürütmek isteyenler olursa derhal susturuluyorlardı.

“La ilahe illallah, Ekber halifetullah (Allah’tan başka tanrı yoktur ve Ekber O’nun vekilidir.)” sözünü bu yeni dinin şehadet kelimesi yapmışlardır. Bu Tanrısal Din’e girenler “teşile” adını alırdı ki bunun Hintçe’de manası “mürid ve tabi” demekti.

İslâmî selâmlaşma usulü de değiştirilmişti. Selâma başlayan “Allahü Ekber” der, cevap veren de “Celle celalühü” ifadesini kullanırdı. Şah’ın ismi Celaleddin, lâkabı da Ekber idi. Bu duruma göre selâm, onun isim ve lâkabını tekrarlamaktan ve tanrılığını itiraftan ibaret oluyordu.

Uydurma “Din-i İlahi”yi kabul edenlere, şehirlerini süslemek için hükümdarın resmi ve heykeli hediye edilirdi. Hükümdara ibadet, dinin esaslarındandı. Halk, onu her gün ziyaret eder, huzuruna çıkmak şerefine erenler de ona secde ederdi. Hükümdarı arzu ve ihtiyaçlarının mercii olarak gören yalancı alimler, ileri gelen kişiler ve sahte sofiler bile ona secde etmekten çekinmiyorlardı. Düştükleri bu iğrenç şirki de “saygı ve selâm secdesi” veya “yer öpme” gibi kelimelerle kamufle ediyorlardı. Nitekim Allah Rasulü (sas) buyurmuştu: “Öyle bir zaman gelecek ki, ismini değiştirdikleri haramı -ismi değiştirildikten sonra- helal bilecekler.”

Yeni dinin temeli her ne kadar “bütün dinlerin iyi tarafları alınacak” diye atıldıysa da bu dinde İslâm’dan başka her dine yer vardı. İslâm’a ise asla.

Uydurma “Din-i İlahi”, Mecûsîlerden “Ateşe Tapmayı” almıştı. Hükümdarın sarayında asla söndürülmeyen bir ateş yakıldı ve ışıklar yakılırken saygı için ayağa kalkmak farz kabul edildi.

Hıristiyanlardan çan çalmayı, istavroz (haç) çıkarmayı ve birtakım âyinleri aldılar.

Hinduların bütün kutsal bayram ve günleri, dinlerinin gereğine göre kutlanmaya başlandı. Gündüz dört kere güneşe tapmak ve her gün bin defa güneşin adını anmak gerekiyordu. Ne zaman güneşin adı anılsa derhal “cellet kudratühü” (Kudreti ne yücedir, anlamına Allah için kullanılan bir saygı ifadesi) denilirdi. Halk alınlarına Hintçe’de “kaşka” denilen bir dövme yaptırıyor, omuzlarına ve vücutlarının yan kısmına cenyo (zünnar) kuşanıyorlardı. Sığırları kutsal saymaya başlamışlardı.

Uydurma “Din-i İlahi”, İslâm’dan başka bütün dinlere ilgi ve saygı gösteriyordu. İslâm alimleri Müslümanlığı müdafaa için bir şey der veya bir sapıklığı reddederlerse kendilerine fukaha, sözlerine fıkıh deniyordu. Onlara göre fukaha, önemsiz, ahmak kişi demekti. Arapça öğrenmek ve hadis okutmak da hoş karşılanmıyor, bunlarla meşgul olanlar küçümseniyordu. Dînî eğitim veren mektepler boşalıyor, İslâm âlimleri ülke dışına göç ediyorlardı.

Çoğu yetkili, ülkenin resmî dilinin Hintçe olmasını ve Arapça kelimelerin dillerinden tam olarak atılmasını istiyordu.

Faiz, içki ve kumar helal kabul ediliyordu. Yılbaşı kutlamasında, hükümdar meclisinde içki içmek şarttı. Artık müftü ve kadılar bile bunu günah saymıyordu. Altın ve ipek kullanmak, kurt ve aslan eti yemek helal sayıldı. Domuz, yalnız helal sayılmakla kalmayıp kutsal hayvanlar arasına sokularak, sabahları onu görmek uğur kabul edildi.

Ölüleri defin yerine, yakmak veya denize atmak tercih ediliyordu. Eğer bir kimse ölüsünün islâmî usullere göre defn edilmesini isterse, Ekber Şah, cenazenin ayakları kıbleye gelecek şekilde gömülmesini emretmişti. Bizzat kendisi de İslâm’a inat olsun diye ayaklarını daima kıbleye doğru uzatırdı.

Uydurma “Din-i İlahi”, Ekber Şah’ın şahsında merkezileşen bir kült olarak gelişmişti ve dine katılacak kişiler dahi hükümdarın kendisi tarafından seçiliyordu. Saltanat, güç-kuvvet, iktidar, beldeler… emri altındaydı. Ona kim karşı durabilir, İslam’a kim yardımcı olabilir ve Allah’ın dinini kim savunabilirdi?

Zayıf cüsseli, mal-mülk, makam ve mevki sahibi olmayan fakat Allah’a kavi bir imanla inanmış, mala mülke bakmayan, dünyaya değer vermeyen, onun fani lezzetlerine iltifat etmeyen bir derviş kalktı dikildi. İmam-ı Rabbânî diyorlardı adına. Fârûkî idi, yani Hz. Ömer soyundan… Allah’ın yardımıyla büyük dedesi Hz. Ömer gibi hakkı batıldan ayıracaktı… O, doğrudan Ekber Şah’ı ıslaha kalkışmadı, daha yaygın bir rûhî ve fikrî inkılâba girişti. Mektuplar yazdı, uyardı, irşad etti, doğruyu gösterdi.

İmam-ı Rabbânî (öl. Hicri 1034/ Miladi 1624), ehil hocaların elinde yetişmişti. Hocaları, bozuk çevreyle açıktan savaşamıyorlardı ama en azından iman ve amellerini; bu azgınlık ve sapıklık seli içinde korumayı başarabilmişlerdi. Başkalarını da durmadan güçlerinin yettiği kadar düzeltmeye çalışıyorlardı. 971/1563 yılında Sihrind (Sehrend, Sirhind, Serhend) dünyaya gelen İmam Rabbânî, akli ve nakli bütün ilimleri başta babası Şeyh Abdülehad Efendi olmak üzere Fazlullah Burhanfuri, Hasan el-Gavsi gibi büyük alimlerden okumuştu.

Tasavvufta piri Muhammed Bâkî billah’tı (öl. Hicri 1013/Miladi 1604). Hicri 973/Miladi 1565’te Kabil’de doğan Bâkî billah, dini eğitimini Semerkand’da tamamlamıştı. Manevi terbiyesini Şah-ı Nakşibend’in ruhaniyetinden aldığı için Üveysî sayılıyordu. Ubeydullah Ahrar’ın ruhaniyetinden de çok feyiz almıştı. Cismânî şeyhi ise Hacegi Emkenegi (öl. Hicri 1008/Miladi 1599) idi. Bâkî billah’ın harikulade halleri ve hakikate dair değerli sözleri vardır. Şamlı büyük alim Muhibbî Hülâsatü’l-eser adlı kitabını ona ayırmıştır. Muhammed Bâkî billah, bir dostuna gönderdiği mektubunda “İmam Rabbânî’nin gelecekte dünyayı aydınlatacak bir ışık olabileceğine” dair kanaatler beslediğini yazmıştı.

Bu keşif doğru çıktı. Çünkü İmam-ı Rabbânî, sözü geçen fitne ve fesada karşı İslâm’a hizmet için harekete geçti. Hindistan’da bir çok alim, mutasavvıf kimse bulunduğu halde o, tahrip girişimine karşı dini ihya için tek başına mücadele vermek zorunda kaldı. Bu silahsız ve kimsesiz kişi hekim irade tarafından yürütülen ilhad hareketine bir başına karşı çıktı. İktidarın himayesindeki bütün çirkin ve gayr-i meşrû işlere muhalefetetti. İslâm’ı savundu. Geniş imkânlarına rağmen idare, onu mağlup etmekten ve susturmaktan âciz kaldı. Sonuçta İmam Rabbânî kötülük akımının yönünü değiştirmeyi başardı.

Ekber Şah’ın oğlu Cihangir, saygı secdesi yapmadı diye Kevalyar Hapishanesi’ne attırdığı İmam Rabbânî’nin fikirlerini nihayetinde kabul etmek zorunda kaldı ve Şah-ı Cihan adıyla yerine geçecek olan oğlu Hürrem’i de onun müridleri ve talebeleri arasına soktu. Artık devletin İslâm’a karşı kini, saygıya dönüşmeye başlamıştı.

İmam Rabbânî’nin başını çektiği hareketle, Ekber Şah’ın Din-i İlahi’si, adamları ve çevresi tarafından uydurulan bütün bid’at ve sapıklıklarıyla beraber son buldu. İslâm, Hindistan’da da aslına rücu etti.

İmam Rabbânî, İkinci Bin Yılın Yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sani) unvanını gerçekten hak etmiş bir büyük alim ve velidir. Bu nedenle Mektubat adlı eseri özellikle ilhadın arttığı devirlerde çok okunur.

Ekber, 1605 Ekim ayı başında şiddetli bir dizanteriye yakalandı, ardından da dili tutuldu. Komaya girmeden önce işaretlerle oğlu Selim’i (Cihangir) veliaht tayin etti. 16 Ekim günü zayıf bir rivayete göre tekrar Allah’a iman edip kelime-i şehadet getirdikten sonra öldü ve islâmî esaslara göre defnedildi. Ekber Şah’ın ölümünden sonra eski gücünü kaybeden onun uydurma Din-i İlahi’si bir müddet sonra tamamen ortadan kalktı.

Altınoluk Dergisi 2001 Ekim sayısı

PAYLAŞ